Mehmet Özay 26.04.2022
Fransa’da geçtiğimiz Pazar günü yapılan başkanlık yarışını ikinci kez göğüsleyen Emanuel Macron sadece Fransa’nın değil, Avrupa Birliği’nin de (European Union) umudu olma yolunda önemli bir başarı elde etti.
Macron’un zaferi
Cumhuriyetçi Parti adayı Macron, seçimlerde rakibi aşırı sağın temsilcisi Marine Le Pen karşısında aldığı yüzde 58 oyla ikinci kez başkan seçildi.
2017 yılındaki seçim sonuçları ile karşılaştırıldığında, Cumhuriyetçi oylar yüzde 66’dan yüzde 58.55’e düşerken, aşırı sağ oylar yüzde 33.9’dan yüzde 41’e yükseldi.
Bu çerçevede, Cumhuriyetçi oylar yüzde 8 azalırken, aşırı milliyetçi oylar yüzde 7 oranında artmış olduğu görülüyor. Bir başka deyişle, Le Pen 2017 seçimlerine göre 2.9 milyon fazla oy alırken, Macron 2 milyon oy kaybetti.
Macron’un bu seçimi kazanmasına rağmen, son on yılın iki ana akım partisinin son birkaç seçimde birbirine tezat teşkil eden oy oranları aslında, Fransa’daki siyasal eğilimlerin nasıl değiştiğini ve belirlenmekte olduğunu da ortaya koyuyor.
Tam bu noktada, seçimle ilgili bir başka veriye yani, seçime katılım oranına dikkat çekmekte yarar var.
Seçmenin yüzde 72’sinin seçim sandığına gittiği dikkate alındığında, Macron’un geçtiğimiz beş yıllık başkanlığı dönemine yönelik eleştirilerini sadece, aşırı milliyetçi Ulusal Yürüyüş Partisi’ne (National Rally) kayan tepki oyları ile değil, aynı zamanda çekimser kalarak da gösterildiği anlaşılıyor.
Bölünmüş Fransa ya da siyasetin doğası
Fransa ve genel itibarıyla AB yönetim çevrelerinde, Fransız aşırı sağına karşı elde edilen bu seçim başarısının neden olduğu mutluluktan bahsetmek mümkün gözüküyor.
Öte yandan, aslında tam da bu nedenle yani, aşırı sağın oylarının artması, Cumhuriyetçilerin oylarının ise düşmesiyle son dönemde, neredeyse belli başlı tüm ülkelerde tanık olunduğu üzere, Fransa’da da siyasal olarak kutuplaşmış bir kamuoyu oluştuğunu söylemek mümkün.
Bununla birlikte, söz konusu ‘kutuplaşmayı’ siyasetin doğası kabul ederek rekabet olgusu içerisinde anlamakla, çatışmacı bir boyutta temsil ettiğini iddia etmek arasında bir fark olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor.
Dolayısıyla, özellikle uluslararası medyanın popülist eğilimlerle ulus-devletlerin siyaset dünyaları konusundaki kanaatlerini dikkate alırken, totalci bir bakış açısının sergilenmesinin yanıltıcı sonuçlara yol açabileceğini akılda tutmakta yarar var.
Cumhuriyetçiler ve aşırı sağ oyların asimetrik gelişimine rağmen, ortada bir tür belirsizlikten de bahsetmek mümkün. Bunun nedeni, her iki lidere ve ortaya koydukları politikalarına karşı seçmende hasıl olan tepkiselliğin olduğudur.
Bir yandan, Cumhuriyetçiler’e gidebilecek oylar, bir kısım seçmenin seçmenin çekimser kalması diğer bir bölümünün oylarını Le Pen için kullanmasıyla engellenmiş gözüküyor.
Öte yandan, Le Pen’in oylarını yüzde 41’e çıkartmasının, Fransa ve AB’de tedirginliğe yol açmasını engelleyecek olan ise, bu lidere oy verenlerin tümünün aşırı milliyetçi kanada mensup olmadığı aksine, Macron ve politikalarına tepki göstermelerinden kaynaklanmasıdır.
AB’de umut havası
Macron’un seçim başarısı, hiç kuşku yok ki, Fransa’da yerleşik siyasetin devamı anlamı taşıyor.
Bu çerçevede, Macron’un seçim sonrası konuşmasında, yeni dönemde “görev duygusuyla hareket edeceği” vurgusu, tüm Fransa’yı kucaklayacak politikalar oluşturmaya çalışacağını ve bu anlamda, yeni bir döneme girileceğine işaret ediyor.
Fransa’daki bu siyasal gelişmeyi çok daha anlamlı kılan ise, AB bünyesinde -diğer ülkelerle kıyaslandığında-, Fransa’nın liderliğine duyulan ihtiyaçtır.
Avrupa Birliği düşüncesine şüpheli yaklaşan Le Pen karşısında Macron’un seçimi kazanması Birlik düşüncesini motive ettiği gibi, olası reform çabalarının da hayata geçirilmesine imkân tanıyacaktır
Seçim sonrasında, AB çevrelerinden gelen gayet olumlu tepkiler, sanki AB’nin çokça ihtiyaç duyduğu yeniden dirilişin gerçekleşebileceğine dair umutların yeşerdiğine işaret ediyor.
Bu noktada, bir yandan Doğu Avrupa krizi, öte yandan Doğu Avrupa ve Kuzey Avrupa’daki bazı ülkelerin katılımıyla AB’nin genişlemesi ile Çin ile ilişkiler Fransa’nın liderliğine gönderme yapılmasına yol açarken, Belçikalı bir siyasetçinin ifadesiyle, “Birlik içerisindeki savunmadan sağlığa, enerjiden demokrasiye kadar” Fransa’nın rolünün katlanarak artabileceğini akla getiriyor.
Fransa’nın AB temsiliyeti
Elde edilen seçim sonuçları, Macron’u yeniden başkanlığa taşırken, bu seçim zaferinin ulusal düzeyde ve AB bağlamında önemli siyasal bir gelişme olduğu konusunda neredeyse herkes hem fikir gözüküyor.
Fransa’daki seçimlerin, küresel olarak ekonomik ve siyasal açıdan sarsıntıların yoğun olarak yaşandığı bir dönemde, AB açısından bunun önemine ise kuşku bulunmuyor.
Elde edilen bu sonuç, Avrupa değerlerini temsil eden bir siyaset anlayışının Fransa’da yeniden iktidar olması veya iktidar olmayı sürdürecek olması, bu ülkenin AB içerisinde liderlik gücüyle doğrudan ilişkilidir.
Bu noktada, bir yandan AB içerisinde öte yandan küresel gelişmeler noktasında Fransa’da Cumhuriyetçi iktidarın yenilenmesinin ne anlama geldiğine, en azından başlıklar açısından kısaca bakmakta yarar var.
AB bünyesindeki liderlik rekabetinde rakip ülke Almanya’da geçtiğimiz Sonbahar’da Hıristiyan Demokratların seçimi kaybetmesinin ardından, sosyalist eğilimli bir siyasi yapının ortaya çıkmasına neden olan iktidar değişimi; yine Almanya’daki çiçeği burnunda sol-çevreci koalisyon iktidarının Doğu Avrupa kriz karşısında, bir anlamda hazırlıksız yakalanması; ABD-Çin ilişkilerinin AB-Çin ilişkilerine etkileri gibi son dönemde öne çıkan sorunlu alanlarda sağlıklı politikaların yürütülebilmesi tecrübeli ve güçlü liderlik profili ile Macron’un yeniden öne çıkmasına imkân tanıyacağına duyulan güvendir.
Bununla birlikte, söz konusu bu seçimin Fransa ve AB iç ilişkileri dışında küresel etkilerini Doğu Avrupa krizinden, AB’nin Çin ve ABD ile ilişkilere değin önemli etkileri olacağına kuşku bulunmuyor.
Bu noktada, Çin devlet başkanı Şi Cinping, Pazartesi günü Marcon’a gönderdiği mesajla seçim başarısını kutlarken, son beş yılda iki ülke ilişkilerindeki sağlıklı gelişmenin devamı konusundaki olumlu niyetinin, Macron’un AB liderliğini üstlenmesiyle AB-Çin ilişkilerine de yansıyacağını akla getiriyor.
AB-Çin ilişkilerini, genel itibarıyla ABD-Çin arasında yaşanmakta olan gerilimin dışında ele almak için gayet önemli nedenler bulunuyor.
İstikrarsız bir dönemin yaşanmakta olduğu ABD siyasetinde, Donald Trump hayaletinin varlığı, gelecek seçimleri kazanma ihtimali, geçtiğimiz dönemde Atlantik ilişkilerine soğuk duş etkisi yapan politikaları ve en son NATO ile ilgili sözleri hatırlandığında AB yönetiminin ABD’den bağımsız politikalara acilen ihtiyaç duyduğu açıkça görülecektir.
Bu noktada, tüm eleştirilere rağmen, küresel ekonominin ikinci gücü konumundaki Çin enerjiden, imâlat sanayiine, lojistikten, dev tüketim gücüne AB için son derece önemli bir stratejik partnerdir.
Fransa’daki başkanlık seçimleri ulusal siyaset açısından önemli olduğu gibi, son dönemde yaşanan gelişmeler dikkate alındığında bölgesel ve küresel önemiyle de dikkat çekiyor. Bu durum, hem AB içerisinde hem de ABD’den Çin’e kadar farklı ülke liderlerinin verdikleri tepkilerde kendini ortaya koyuyor.
Bu çerçevede, Fransa devlet başkanı Emanuel Macron’u yakın gelecekte Haziran ayında yapılacak parlamento seçimleri kadar, yakında yapacağı beklenen Almanya ziyaretinin ardından, muhtemel bir Ukrayna ve gayet önemli bir Çin ziyaretinin beklediğini söyleyebiliriz.