Mehmet Özay                                                                                              22.05.2021

Son bir ayı aşkın süredir Filistinliler, İsrail saldırılarına maruz kalıyor. Söz konusu gelişme küresel bir ilgi odağı olduğu kadar, bu gelişmeyi kendi toplumsal-yapısal durumlarına gönderme yapmada aracı kılanlar en hafif ifadesiyle gayri ahlâki bir tutum sergilemektedirler.

İsrail’in zulmünü, Filistin’in mağduriyetini sözde kendi toplumsal-yapısal gerçeklikleri ile gizli/açık örtüştürme çabası siyasi/ideolojik çevrelerden gelebildiği gibi, akademi çevrelerinden de zuhur edebilmektedir.

Özgür akademi

Herhalde akademi dünyasının özgürlükçü ortamı böylesi bir eğilimi sergilemede gayet teşvik edici bir unsur olsa gerek. Bununla kastımız, Türkiye’de kendine zemin bulan terör yapılaşmasının ve buna doğrudan bağlantılı olmadığını ifade etseler de sosyal ve kültürel bağlamları üzerinden hedef birlikteliği sergileyenlerdir.

Türkiye, 20. yüzyıl boyunca içinde bulunduğu koşullar bağlamında, tipik ulus-devletleşme ve Soğuk Savaş döneminin zorluklarını ve ağırlığını üzerinde taşıyordu.

Bununla birlikte, söz konusu iç ve dış koşulların bizatihi yansıttığı zorlukların yanı sıra, bilinçli ve kasıtlı olarak Türkiye’nin varlığına yönelik doğrudan hedeflerin de olmadığı söylenemez.

Bunun en açık ifadesi, bir dönem çokça dillendirilen İsrail/büyük İsrail projesinin bir geçici temenni olmadığı aksine, tarihsel-ontolojik bir yapıya dayanmasıdır.

Öyle ki, adına İsrail denilen devlet, kendini söz konusu bu yapı üzerine inşa ederek varlığını fiziki ve siyasal olarak var kılmaktadır. Ancak hedefinin bununla sınırlı olmadığı da gayet açıktır.

Subaltern ayrıcalığı

Yukarıda dikkat çekilen terör yapılanmasının hedef birlikteliği noktasında doğrudan/dolaylı uzantılarının akademi dünyasında propagandist yaklaşımlarına rastlanması, aslında Türkiye Devleti’nin ve toplumunun sahip olduğu öz güvenin bir göstergesi olarak da değerlendirilebilir.

Bu durum, kendini Türk ve Türkiyeli hissetmeyenlerin de gayet rahat toplumsal ve ‘akademik’ bir yaşam alanı buldukları bir ortama gönderme yapmaktadır. Burada açık seçik görüldüğü gibi, bu konumlandırma ile kimseyi zorla Türk ve/ya Türkiyeli hissettirme gibi bir yaklaşım ortaya koymuyoruz.

Ancak kendilerini Türk ve Türkiyeli hissetmeme özgürlüklerine sahip olanların, aynı zamanda bir tür ‘subalterncilik ayrıcalığı’ ya da ‘aşağılık kompleksliği (inferiorty complex) bağlamına (context) oturtmaları, Filistin-İsrail çelişkisi üzerinden gizli/açık tanımlama ve topluma aksettirme çabaları rasyonel bir duruma işaret etmemektedir.

Ayrıştırıcılık ve terör

Türkiye ulus-devleti sınırları içerisinde yaşayan tüm vatandaşların hepsinin, aynı his ve duygularla Türk ve Türkiyeli oldukları ileri sürülemeyebilir. Ancak burada temel husus, tüm bu unsurların şu veya bu şekilde temel ortaklıklar üzerinde hem fikir olmalarıdır. Türkiye toplumunu teşkil eden geniş yapılar, mevcut terör yapısı ve bununla şu ya da bu şekilde ilintili diğer toplumsal-kültürel yapılanmaların iddialarına benzer bir ayrıştırıcılıkla ortaya çıkıyor değiller.

Filistin-İsrail ilişkisinde gözlemlenen yapı üzerinde akademi dünyasında kendilerine, içinde bulundukları toplumsal-kültürel ortamı siyasallaştırmak suretiyle propaganda alanı açanlar, gayet açık bir manipülasyon üzere iş yapmaktadırlar. Velev ki, bu unsurlar 1984’te kendini ortaya koymaya başlayan, sözde Marksist-Leninist yapı ile organik bir tutum ve hareket birlikteliği sergilemeseler de, farklı yöntem ve metodlarla da olsa hedef birliği içerisinde bir görünüm (appearance) sergilemektedirler.

Ancak burada şaşırtıcı olan, Türkiye üzerinde var olup, bu devletin ve ülkenin imkânları ile kendilerine, tıpkı diğerleri gibi fırsatlar oluşturulmuş olanların, bu imkân ve fırsatları Türkiye birliğine elverişli bir ortamı oluşturmak yerine, Türkiye karşıtı ve bu varlığa yönelik yıkıcı unsur olarak temellenmeleri gayet dikkat çekicidir.

Gerçeklik ve manipülasyon

Bugün, kadim Filistin topraklarında yaşanan zulüm ve işkence üzerinde düşünüp taşındıklarını, görüş beyan ettiklerini söyleyen bu kitleye mensup unsurların açıkçası, temel sorunsalları ne İsrail zulmünü kınamak, ne Filistin’in yanında yer almaktır. Zahirde böyle bir görünüm arz etmekle birlikte, İsrail’in yaptıkları ile bu ülkenin resmi organlarını, kendileri ile de Filistinlileri ilişkilendirerek sözde kendi konumlarına görsellik ve meşruiyet kazandırma arzusundadırlar.

İsrail’e yönelik antropolojik, sosyolojik ve de siyasi eleştirilerde bulunuyor gibi gözükmelerine karşın, söz konusu bu devletin, yani İsrail’in hangi dini-ontolojik ve siyasi saiklerle Türkiye’nin içinde bulunduğu topraklar üzerindeki hakimiyet iddiasına ve bunun aracısı kılınan terör yapısına, sosyal ve kültürel uzantılarına dair açık ve net söylemlerine rastlanmaması dikkat çekicidir.

İsrail’in salt kadim Filistin toprakları üzerinde değil, bu topraklara bitişik olan coğrafya üzerinde fiziki varlığını ve bununla birlikte/bunun ötesinde siyasal gerçekliğini yeniden inşa etme noktasında belirleyici olan dini ve/ya seküler politikasının göz ardı edilmemesi gerekir.

Bu noktada, Türkiye devletini ve ülkenin farklı toplumsal, kültürel yapılarından oluşan unsurlarını kendilerine saldırı hedefi seçen ve bunu akademi dünyasının özgür ortamını manipüle ederek ortaya koyanlar samimi değillerdir. Bu kitleden böylesi bir samimiyetsizlik beklenir bir durum olmakla birlikte, akademi gibi ciddi, rasyonel bir yapıyı bu denli sömürerek kendilerine yer açma gayreti içinde olmalarına olanak tanıyan diğerlerinin de, bir o kadar bu kişi ve gruplarla aynı kefede yer aldığına işaret edilmelidir.

Maşa olmak

Çok ilginçtir ki, daha Türkiye’de 1980 darbesinden birkaç yıl sonra yani, 1984 yılından kendine bir mecra bulan terör yapılanması aradan geçen süreçte salt kendi varlığı üzerinde gelişme gösterebilecek bir unsur değildir.

Dünyadaki çeşitli örneklerinde olduğu gibi bu yapı siyasal argümanlarını, maddi yıkıcı unsurlarını temellendirmede destek aldığı bölgesel ve uluslararası yapılar siyaset bilimi çalışmalarına konu olmuştur. Bu yapının, ülke içinde ve dışındaki yapılanmalarını, şu veya bu şekilde Osmanlı Devleti’nin son bir yüzyılına damgasını vuran gelişmelerin bir uzantısı olarak kabul etmemek de mümkün değildir.

1980’li yılların ikinci yarısında zuhur eden uluslararası koşullar liberal siyasete ve ekonomiye evrilirken, modern’den post-moderne doğru bir yönelim gözlemlenirken, 1989’da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği  ve bu siyasal yapının temellendiği Marksist-Leninist unsurlarla birlikte çökerken, Türkiye’nin bir yerinde bu ideolojiyi kendine temel alan bir yapının ortaya çıkması gayet dikkatle incelenmesi gereken bir konudur.

Ortaya çıkan bu yapı, bizatihi içinden çıktığı “öz toplumsal yapıyı”, sözde feodal olarak adlandırmak suretiyle kendini gizli/açık bir dikomotik unsur olarak belirlemiştir. Öyle ki, böylece hem bu toplum içinde hem de ona karşı tanımladığı toplumsal ve de siyasal dönüşümü Marksist-Leninist temellerde gerçekleştirme hedefi gütmüştür.

Bu noktada, söz konusu terör yapısının karşısında durduğu toplumun ne olduğu gayet iyi sorgulanmalıdır. O toplum, geleneksel-kültürel unsurları ile kahir ekseriyeti adına İslam denilen dinin sınırları içerisinde tanımlanmaktadır.

Bu dini-kültürel durum ve tutum bile, kendini Marksist-Leninist ideolojik temellerde kodlayan yapı arasında, ne tür bir uyuşmazlık olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak aradan geçen süre zarfında bu yapının içinde konumlananlar kadar, kendilerini bu yapıyla söz de mesafeli addeden ve içinde akademi dünyasına mensup olanların da olduğu kitle hiç kuşku yok ki, mensubu olduklarını iddia ettikleri dini ve kültürel evrenle çelişir bir yapı içerisindedirler.

Filistin-İsrail ilişkisini anlama ve anlamlandırmada manipalütif bir yapı ortaya koyanlar Türkiye toplumsal gerçekliğinde kendine illegal yer açan ve açmaya çalışanlara zemin hazırlamaktadırlar. Bunu da akademi çevrelerine mensup olanlar tarafından yapılması hiç kuşku yok ki, en başka akademik etik ile büyük bir çelişki oluşturmaktadır. İdeolojik temellerini ortaya koymaları noktasında yukarıda dikkat çekildiği üzere gayet rahat ortamlar bulunmaktadır. Kendilerini bu ortamlarda ifade etmeleri akademinin özgür ortamının da bu manipülasyonun bir kurbanı olması anlamı taşıyacaktır.

Filistin sizin gayri ahlâki ideolojik yapılanmanız için ne bir aygıt ne bir maşadır ve de olmamalıdır. Öncelikle, söz konusu Marksist-Leninist yapı ve/ya bununla ilintili gizli/açık toplumsal-kültürel ve de akademik uzantıları, güya karşı çıktıklarını söyledikleri İsrail’i ve/ya uzantılarını gizli/açık efendi seçmiş olup olmadıklarının hesabını yapmalıdırlar.

LEAVE A REPLY