Mehmet Özay 08.03.2022
Dünya toplumlarının kendi iç dinamiklerinden veya dışardan gelen faktörlerle değişime tanık oldukları, değişimi istedikleri ve gerçekleştirdikleri veya kendilerini değişme zorunda hissettikleri veya değişime zorlandıkları ortadadır.
Öyle ki, kültürel difüzyon gibi kendinde, naif bir sürecin izleri kadar, belirli bir siyasi ideolojinin yaptırımlarıyla ve zorlamalarıyla şekillendirilen değişim süreçleri bulunmaktadır. Bireyin ve toplumun değişim ihtiyacı kadar değişime direnme de, sahip olduğu dayanak noktaları ile bir o kadar kendinde öneme sahiptir.
Değişim talepkârlığı ve feminizm
Bugün kutlanmaya değer bulunan ve bir başka anlamıyla tartışma konusu olan feminizm olgusu, içinde yaşadığımız toplumun uzun tarihsel koşullarından neşet eden olguların yol açtığı kırılmalarından bağımsız değildir. Aksine, bu kırılmaların ürünü olarak anılmayı hak etmekte ve hatta tam da, bunun zıddı olacak şekilde, kırılmaları besleyen bir yapı sunmasıyla da dikkat çekmektedir.
Günümüz Türkiye’sinde, feminizmi bir bayram havasında kutlama sürecini, gayet sırıtan bir taklitçilik olarak kabul edip bahis mevzuu yapmayabiliriz. Ya da, “hayır” deyip, toplumun gayet kayda değer kesimlerinin peşinden gittiği, bir modern-seküler ideoloji olarak kabul edip üzerinde durup anlamaya çalışabiliriz.
Burada kanımca kırılma noktasını, Türkiye toplumunda feminizmi öncelleyen kesimler arasında bir ayrım yapıp yapmamak oluşturmaktadır.
Yukarıda dikkat çekildiği üzere, modern-seküler bir ideoloji olmaklığına vurgu, bize toplum içerisinde hangi kadının, hangi kadın gruplarının veya genel itibarıyla hangi toplum kesimlerinin, bu modern-seküler ideolojiye taraf olup olmadığının ortaya konmasını gerektirmektedir.
Bugünkü durumda bizi ilgilendiren, devletin kurucu figürleri ve oluşturulan aygıtlarınca üretilen ve sürdürülebilirlik kazandırılan bir modern-seküler toplum oluşturma çabaları değildir.
Bizi ilgilendiren başında başörtüsü ile bir yandan mütedeyyin öte yandan, muhafazakâr denilerek kendine toplumda anlamlı, haklı bir yer belirleyen kesimlerin feminizm olgusu ile bağı ve imtihanıdır.
Hak arayışı, paradigma değişikliği
Bu noktada, feminizme naif bir şekilde, “bir hak arayışı olarak bakmak mümkün gözükebilir mi?” sorusunu ortaya koymak gerekiyor. Şayet sorun hak arayışı ise kimin, kimden hangi hakkı gasp ettiğini gayet net bir şekilde göstermek ve bunun nedenlerini ve çözüm yollarını tartışmak zorunluluk arz etmektedir.
Modern-seküler toplum oluşturma çabalarıyla hareket eden ve son birkaç on yılda, ‘Türkan Saylan modellemesiyle’ kayda değer bir temsiliyete dönüştürülen olgunun ve bu çerçevede ortaya konulan hak arayışı süreci ile kendine mütedeyyin ve/ya muhafazakâr diyen kesimin, aynı mecrada buluşuyor olmasının açık seçik bir dikotomik durum olduğu dikkatlerden kaçırılmamalıdır.
Burada sorunun, yukarıda zikredilen ‘modelleme’ olmadığını vurgulamakta yarar var. Nihayetinde, bunun ortaya çıkışı veya şartını belirleyenin, kökleri bu ülkeden ve toplumdan ziyade, Batı Avrupa’da gelişen doğal hukuk ile temellendirilen ve bunun yanına eklemlenen toplumsal sözleşme ortaya çıkan toplum yapısallaştırmasıdır.
Bu yapısallaşma, öylesine birden bire kendince zuhur etmiş değil, aksine daha önceki dönemlerde, diğer faktörlerin yanı sıra, ancak daha çokça, din-toplum ilişkilerindeki belirleyicilik nosyonundaki değişimlerle bağlantılı olduğunu hatırlatmak gerekmektedir.
Feminizm mecrasının Batı’daki gelişiminde kendini bilfiil ortaya koyduğu 20. yüzyıl şartlarının, salt kadınsılık bağlamıyla sınırlı olmadığı, bunu aşan üst bir ideolojik yapının formülasyonuna ihtiyaç duyduğu görülür. Bu formülasyon, belirli haklar elde etme değil -veya bununla sınırlı değil- aksine, karşı sistemik bir yapı ortaya koymaya kadar giden radikal unsurlar ve boyutlar içermektedir.
Tam da bu noktada, -daha önce aynı konu bağlamında diğer bazı yazılarımızda da dikkat çektiğimiz üzere, feminizmin ‘Marxism’ eksenli, bir modern 20. yüzyıl sosyal akımı ve bunu çerçeveleyen bir teorilerle destekleme çabası olduğuna bir kez daha dikkat çekmekte yarar var.
Peki o zaman sorun nedir? Burada sorun, tam da yukarıda dikkat çekilen ikinci grubun yani, kendine mütedeyyin ve/ya muhafazakâr diyen grubun, bu olgu etrafında kendine biçtiği rol ve yönelimdir.
Doğal değişim süreci veya öğrenilmiş taşkınlık
Kendini Müslüman ve aynı zamanda feminist addeden kadınların/kızların, almış başını giden söylemlerinin gayet önemli bir arka plânı olduğunu söylemek gerekiyor.
Bu durum, sadece son 15-20 yılın toplumsal değişimlerinin ürünü olmasa da, bu sürenin kayda değer bir belirleyicilikle dikkat çektiği de bir gerçektir.
Bu belirleyicilikte temel faktörün, kimilerinin ileri sürdüğü üzere salt siyaset kurumunun varlığı değil, eğitim, medya, tüketimcilik gibi diğer iç faktörler kadar, çeşitli vasıtalarla küreselleşmenin kapımıza kadar gelmesi ve bu toplumun da, bu küreselleşmeye eklemlenme konusundaki gönüllüğünün payını unutmamak gerekir.
Bu noktada, farklı kültürel yapılararası farklılıklar bile, kendi başına ne kadar çeşitlilik olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu anlamda, hem Müslüman olup hem de, yırtıcı ve parçalayıcı Batılı değerleri benimsemeye meyyal kesimler kadar, ülke içerisinde görece sosyo-ekonomik geri kalmışlığa maruz kalan kesimlerin dışardan gelen gizli/açık zorlamalarla değişime yönlendirilmeleri söz konusudur.
Ve bunun aygıtları olarak, bu toplum kesimleri içerisinden çıkan unsurlar eğitim-öğretim, yurt dışı tecrübeler vb. süreçler sayesinde kendi öz toplumlarına yabancılaşırken, bu yabancılaşmayı yine bu toplumlara taşımanın aracına dönüşmektedirler.
Sorgulanamamazlık
Bu durum, gecikmiş modernleşmenin bir ifadesi ve göstergesi olduğu kadar, modernleşirken niçin bu tür bir yol ve yönteme başvurulduğunun sorgulanmadığına da tekabül etmektedir…
Genel itiarıyla 1960’lı yıllardan, Anadolu köy ve kasabalarından büyük şehirlere ulaşan göç süreçlerine ve bunun zamanla ortaya çıkardığı ‘modernleşmeciliğe’ konu olan muhafazakâr Müslümanların, bugün çocukları ve hatta torunları ile karşılaştığımızda, değişimin parametlerinden biri -ve hatta en önemlisi olarak- nasıl bir kadın olgusu ile karşı karşıya olduğumuzu analiz etme imkânına kavuşmaktayız.
Bu arada, geçen çeyrek yüzyılı aşkın sürede “eşitlikçilik adına” sadece, lise ve özellikle de yüksek-öğretim değil, büyükşehir / metropolitan şehir hususiyetlerinden olan değişim araçları iletişim, medya, eğlence mekânları vb. yapıların da kadınlar üzerinde değişimi körükleyici destekleyici ve hatta teşvik edici mahiyette izlerine rastlamak mümkündür.
Bunu, tüketim alışkanlıklarından, dini pratiklerine; aile ilişkilerinden söylem tarzlarına; kız-erkek ilişkilerinden medya ve entellektüel alanlara kadar hayatın farklı bölmelerinde ortaya konulan performanslarda bulunabilmektedir.
Bu noktada, toplumsal gerçekliği ortaya koymada belki de, izlenmesi gereken en iyi yöntem, bu toplumsal grubun feminizmle ilişkisellikleri noktasında, sosyal-antropolojik bir araştırmanın orta ve uzun tarihsel süreçleri içerecek şekilde ortaya konmasıdır.