Mehmet Özay 30.08.2020
Feminizm olgusunu gizli/açık hayatlarında kullanan ve kendilerini ‘feminist Müslüman’ olarak adlandıran veya çeşitli çekincelerle ya da zorunlu olarak bu adlandırmada bulunmamakla birlikte, düşünce yapıları, söylemleri ve gündelik pratikleriyle bu yönelimin içinde olan kitlenin bu konuda neyi niçin yaptıkları hususunun tarihsel ve sosyolojik olarak ele alınması gerekiyor.
Feminizm gibi Batı Avrupa teorilerinin ve ideolojilerinin ürünü bir kavramı, Müslüman toplumların sosyolojik yapısı içinde rahatça kullanabilme ve buna tutarlı bir itiraz yöneltmemek, aslında başlı başına bir soruna tekabül etmektedir.
Bununla, söz konusu bu olguya yönelik, örneğin teoloji çevrelerinden eleştirel yaklaşımların olmadığını söylemek yerine, işin söz konusu teolojik boyutu kadar, bizatihi bu alanın kendinde söz söyleme hakkını bulduğu ve düşüncesini devşirdiği sosyolojik ve tarihsel bağlamdan hareketle bir takım görüşler ortaya konulmalıdır. Bu durumda, teolojik yapıdan tezahür eden eleştiriler ile birleştirilmek suretiyle çok daha anlamlı bir hale geleceği düşünülebilir.
Sosyal ilerlemecilik mi İnançla çatışma mı?
Feminizm kavramı özelinde, ilgili toplumlarda görülen sözde ‘feminist Müslüman’ olgusunun popülist, medyatik, gösterişçilik ve göstermecilik yanı kadar, ardında inanç temellerini sorgulatıcı ideolojik ve teorik bir bağlamı olduğunu görmek gerekiyor.
Sözde ‘feminist Müslüman’ çerçevenin ortaya koymaya çalıştığı düşünce alanıyla ilgili birkaç soru gündeme getirilebilir.
Bu noktada bu yapının örneğin, 1970’ler 1980’lerde sol partilerin ve grupların içerisindeki kadın söyleminin erkek egemen yapıda özgürleşmeci boyutuyla bir ilişkisi/etkileşimi var mıdır? Ya da ortaya çıkan feminist Müslüman çerçevenin 1920’ler, 30’lar ve 40’lardaki laik, tek parti yapılanmasındaki çağdaşlaştırma/modernleştirme adına toplumu yukardan aşağıya dönüştürme politikalarını kadın üzerinden gerçekleştirmeyle gizli/açık bir bağlantısı bulunmakta mıdır?
Yoksa, bugün elde edildiği varsayılan siyasal iktidar ve bunun gizli/açık yeşerttiği güç yapılaşması içerisinde, bir anlamda zorunluluk addederek, modern dünya içinde var olmanın aracı ve amacı olarak, kendine pragmatik anlamda bir kulvar açan çeşitli yapılar gibi, sözde feminist Müslümanlar çevreler de sadece, kendilerine modern toplumsal yapı içerisinde alan açan popülist, geçici, pragmatik bir yapıya mı tekabül etmektedir?
İşin tuhafı, Müslüman ve feminist kavramlarını yan yana getirme cüretini gösterebilecek bir entellektüel birikimin bu kitle içerisinde ne denli var olduğu sorgulanmadan, bu yapıya mensup bireyler kendilerinde var olan bir had ve imkân olarak İslamın ve Müslümanlığın temelleri olan Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifleri “erkek merkezli” kutsal unsurlar olarak değerlendirebilme yaklaşımı sergileyebilmeleri gayet cüretkârane bir duruma işaret etmektedir.
Değişimin hızı ve kadın üzerinden değişim
Dikkat çekilmesi gereken bir başka husus, 1990’lara kadar, düşünce yapıları, ilmi düzeyleri ile toplumda kayda değer bir yer işgal eden ilim adamları ve entellektüellerin, İslam toplumlarını negatif anlamda dönüştürme (de-construction) / deforme etme (de-formation) mahfilleri ve süreçleri olarak sözlerinin ve açıklamalarının hedefinde Batı ve Batılı kurumlar varken, bugün bu yapının pek de ortada yer almıyor oluşudur.
Adına sözde feminist Müslüman denilen bireylerin ve grupların, daha 1970’ler 1980’lerde, henüz ya şehre yeni gelmiş ya da taşrada yaşam süren ailelerin mensubu olarak içinde yer aldıkları toplumu ne denli anlama ve anlamlandırma çabası içinde oldukları tartışmalıdır. Öyle ki, bu noktada görece statik bir toplumun kendinde değerleri içinde ve yine görece sağlıklı yapılanmanın zorlamayacağı düşünülerek bir düşünce süreci henüz başlamamış kabul edilebilir.
Bununla birlikte, şehirlere göç ve yüksek öğretim kurumları kampüslerinde yer edinme ile teşekkül eden ve gayet hızlı gerçekleşen sosyal dönüşümlerini tecrübe etmeye başlayan sözde feminist Müslüman çevrenin erken evrelerinde yer alan bireyler, ‘değişimle birlikte inancın varlığı sorgulaması’ ya da ‘inancın yapılaştıracağı bir toplumsal ortamı oluşturma’ çerçevesinde bir ikilemle karşı karşıya kaldıkları ortadadır.
Ancak burada kritik husus, dönüşümün örneğin giyim-kuşamdan başlayarak yaşam tarzını (life style) belirleyici fiziki ve maddi yanı kadar, buna eşlik eden fikri yapının ortaya çıkmasındaki bir tür ‘doğallığa’ rağmen, zaten var olan modern ortamı şekillendiren modernite düşüncesi karşısında bir duruş sergileme becerisi yerine, bizatihi bu modernitenin teorilerinden başlayarak gündelik pratiklerine kadar içselleştirilen bir kendinde/öz-Batılılaştırmacı sürecin varlığıdır karşımızda olan.
İdeolojik yansıtma
İslam ve feminizm konusundaki görüşler aslında, 1970’ler ve 80’lerdeki Komünizm ve İslam, Sosyalizm ve İslam başlıklı çalışmalar ve tartışmaları akla getiriyor. Döneminin ürünü olan bu kavramların dayandığı sosyolojik arka plân, Batı Avrupa toplumsal ve siyasal dönüşümlerinin ürünü olurken, bunları da içine alacak şekilde gerçekleşen bütüncül değişim süreçlerini tanımlamada kullanılan modernleşme çerçevesinde yer almaktadırlar.
1970’ler ve devamında dönemin Soğuk Savaş yılları olması, klasik solun Batı karşıtlığını simgeleyen kavramlardan biri olan emperyalizme (imperialism) karşı sosyalizm ve komünizm öne çıkartılırken, bağımsızlaşma süreçlerindeki veya bağımsızlığını bir şekilde elde edip Batı’nın emperyalizminden kurtulamamış toplumlarda özgürleşmenin bir aracı olarak İslam’ın yanına sosyalizm ve komünizm ideolojilerinin belli argümanlarını koyarak tartışmak mümkün gözüküyordu.
Ancak, buradaki yanılgı tarihsel olarak Müslüman toplumların sömürgeciliğin her biçimine karşı verdikleri mücadelede dayandıkları temel, İslami bir bağlama otururken kendinde önem arz eden kavramlarıyla birlikte bunu gerçekleştirmiş olmalarıydı. Bu ikinci argümanı gündeme getirip ve bununla gündemi belirlemek yerine, dönemin sol entellektüalizmini kopyalama çabasının daha pragmatik bir yöne tekabül ettiği anlaşılıyor.
Bununla birlikte, bir anlamda pragmatist ve aynı zamanda modernleşmenin getirdiği bir tür kolaylık veya zorunluluk üzerine, 20. yüzyıl ortalarında Müslümanlar, sosyalizmin bazı değerlerinden hareketle Batı emperyalizmine karşı kullanışlı bir alan açma çabası sergilemiş olabilirler. Emperyalizmin, Batı Avrupa’nın bizatihi modernleşme süreçlerinin doğrudan ve dolaylı sonuçlarından biri olduğu ortadadır. Ancak, burada hatırlanılması gereken husus, aynı Batı Avrupa’nın kendi ürettiği emperyalizm koşullarını tanımlamada ve bu koşulları bir başka alana evirmek amacıyla başvurduğu kavramlardan bir diğeri de komünizm’dir.
Marksizmin kadın üzerinden yükselişi
- yüzyıl ikinci yarısının Batı Avrupa’daki toplumsal gerçekliği bir yana, özellikle 20. yüzyıl ortalarında feminizmin öncelikle gündeme geldiği coğrafyanın sadece, Batı’da belirli ülkeler çerçevesinde olduğu düşünüldüğünde, içinde yaşadığımız ülke gibi farklı coğrafyalarda henüz modernleşmenin “bu ilgili aşamasına” adım atılmadığı şeklinde bir açıklama gerçekli olabilir.
Bunu söylerken, daha feminizmin pek de esamesinin okunmadığı dönemlerde yani, 1920’lerden itibaren laik yönetim/ler/in Müslüman toplumlarda uyguladığı yukarıdan aşağıya/hiyerarşik ve baskıcı/dayatmacı dönüşüm mekanizmalarının kadını araçsallaştırmak suretiyle ilgili modernleştirme paradigması içinde uygun bir yer bularak bireysel ve kamusal alanda dönüşümleri ortaya koyduğuna işaret etmek gerekir.
Aksine, bir sosyolojik kavram olarak feminizmin ortaya çıkışını sadece, söz konusu bu “pür modernleştirmeci” sürecin bir bağlamı olmadığını ileri sürüyoruz. Aksine, komünizmin pür materyalist felsefe teorisi olarak değil, sosyal gerçeklik boyutuna taşıyacak bir ideoloji olarak kabul eden Marksizmin, 20. yüzyıl şartlarında Batı Avrupa ve Anglo-Sakson dünyasının toplumsal tecrübesinde gerilemesi karşısında, feminizmin yeni bir umut olabileceğinin işareti olarak gündeme getirilmiş bir kavramdır.
Temel teorik çerçevesini Marksizmin sınıf çatışmacı ya da genel itibarıyla söylemek gerekirse ‘çatışma’ olgusundan alan feminizm, içinde aile ve din de olmak üzere toplumsal kurumların ve ilişkilerin her aşamasında kadını öteki cins karşısında ezilen konumunda görmek suretiyle bir yandan, toplumsal dönüşüme yön vermek öte yandan, gizli/açık Marksizmin varlığını sadece teorik olarak değil, toplumsal pratikler nezdinde de sürdürdüğünü kanıtlamak arzusundadır.