Endonezya’da 9 Aralık günü yerel seçimler yapıldı. Bu seçimleri önemli kılan bazı hususlar var. Her zaman ifade edildiği üzere dünyanın en büyük üçüncü ‘demokrasisi’ ve sahip olduğu Müslüman nüfus gibi nitelikleriyle Endonezya’da ‘demokratik’ ilkeler bağlamına giren her adımın dikkat çekmesidir. İç politikada ise önde gelen siyasi partiler için yerel seçimler daha epeyce vakit olmakla birlikte 2019 başkanlık seçimleri için bir ön hazırlık çalışması niteliğinde. Ancak bundan önce belki de, başkanlıkta bir yılını dolduran Jokowi’nin mensubu bulunduğu Endonezya Mücadeleci Demokrasi Partisi (PDI-P)’nin sınanması anlamı taşıyor. Bir süredir iç kriz yaşayan bir dönemin en önemli siyasi partisi Golkar ise, pek çok bölgede aday göstermesinden hareketle, en azından şimdilik krizi aşmış görünüyor. Neredeyse her seçimde tanık olunduğu üzere, herhangi bir siyasi partinin tek başına siyasi güç temin etmesinin mümkün olmadığı Endonezya’da bu yerel seçimlerde de çeşitli partilerin ittifakları gündeme geldi.
Geniş kitleler için ‘yerel’ kavramının son dönemde ilintili olduğu en önemli konu kuşkusuz ki, Devlet Başkanı Joko Widodo’nun (Jokowi) yerel yönetimlerden gelmesi. Önce Solo Belediye Başkanlığı ardından, iki yıl gibi bir süre devam etmiş, yani tamamlanmamış Cakarta Valiliği tecrübesi. Doğa Cava’da bir şehirden, ulusal başkente ve oradan devlet başkanlığına çıkış serüveninde Jokowi’yi ulusal siyasetin odağına yerleştiren ‘halkla iç içe ve ‘halkı öncelleyen’ politikaları gündeme taşımasıydı. Zaten halkında Jokowi’yi ‘halkçı’ bağlama yerleştirmesinde bu geçmiş önemli bir unsur. Tabii ülke siyasal yaşamında yerel yönetimler örneğinde bir tek ‘ismin’ yani Jokowi’nin öne çıkıyor oluşunda da demokratik kriterler ve eğilimler noktasında bazı sorunlar kendini gizli açık ortaya koyuyor. Bu çerçevede, Jokowi gibi ‘temiz’, ‘halkçı’ bir lider örneği kadar, reform döneminin bir sonucu olarak yerel yönetimlerin seçimle tayini en önemli siyasi değişimin, merkez-çevre dengesini ‘çevre’ lehine kaydırırken, bunun seçilmişler nezdinde ‘yolsuzluk’ eğilimlerini de beslediğine tanık olunuyor.
Jokowi-halk ilişkisine değinmişken, şunu da hatırlatmadan geçmeyelim. Geçen yıl Başkanlık seçimlerinin hemen akabinde ilginç bir gelişme yaşanmıştı. Jokowi’ye başkanlık yolu açıldığında, henüz değişmemiş olan eski meclis, bir tür intikam iç güdüsüyle yerel yönetimlerden gelen Jokowi’ye haddini bildirme babında, artık yerel yönetimleri halkın değil, eski sisteme, yani Suhartolu yıllardaki uygulamaya döndürülerek, atamayla belirlenmesini içeren yasayı apar topar kabul etmişti. O dönem geniş kesimlerden tepki gören bu ‘hızlı yasa değişikliği’, Jokowi’nin ve de yeni meclisin göreve başlamasıyla yeniden, reform dönemi yapısına oturtulmuştu. O ‘eski meclis ki’ içinde Demokrat Partisi, Golkar’ı ve çeşitli tonlarıyla, açık ya da gizli, kendini İslamcı kanada mensup addeden siyasi oluşumların olduğu bir yapıydı. Bu ‘hamle’ bile, ülke demokrasisinin günün getirileri ile ne denli değişkenliğe maruz kalacağını ortaya koyan bir örnek olarak siyasi tarihe geçmiş oldu.
Bu noktada, yerel seçimler niçin önemli sorusuna geçebiliriz. Endonezya siyasi tarihinin önemli aşamalarından biri kabul edilen 1998 yılında Suharto yönetiminin sona ermesinden sonra, ‘demokratik’ ilkeler adına halka tanınan temel haklardan biri olarak yerel yöneticileri seçme hakkı 2004 yılında yürürlüğe girdi. Ancak geniş bir coğrafyaya yayılan ülkede seçim sistemi alt yapısının yetersizliği nedeniyle yerel seçimler dönemlere dağılmış olarak farklı tarihlerde yapılıyordu. 9 Aralık’daki seçimi önemli kılan ilk unsur bu maddi öge. Yani ilk defa ülke genelinde -her seçim bölgesini kapsamasa da- 264 seçim bölgesi ki, büyük bir coğrafi bölgeyi içine alacak şekilde yerel seçimlerde vali, belde ve büyükşehir belediye başkanları seçimi yapıldı. Ülkenin önde gelen yöneticileri “Aman dünyanın gözü üzerimizde. Dikkatli olalım. Bu demokrasi sınavını başarıyla” verelim açıklamalarıyla yapılan seçimlerde görünürde öyle büyük bir ‘itibarsızlığa’ yol açacak vakıalar yaşanmadığı söylenebilir. Ancak sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen seçim bölgelerinde klasik ‘oy hırsızlığı’ seçimlerin iptalini getirdi.
Seçimlerden birkaç gün sonra ise, ulusal seçim komisyonunun genel katılım oranlarının yanıltıcı olduğu konusunda bazı sivil toplum kuruluşlarının tepkisi geldi. Seçim komisyonu katılım oranını %77 olarak belirtirken, kamuoyu araştırma şirketleri bu oranın %60 civarında olduğunu ileri sürüyordu. Bu görüşü destekleyen bir diğer vurgu ise, yerel seçimlere katılım oranının 2014 başbanlık seçimlerine kıyasla düşük olduğu yönündeki ifadeydi.
Seçimlerin niteliğini ilgilendiren belki de en önemli konu, adayların belirlenmesi süreciydi. Bu ‘nitelik’ problemi aslında katılım oranının arzu edilir düzeyde olmamasıyla da ilintili olmasıyla dikkat çekiyor. Halk, kendine yakın hissettiği adayları listede göremedi. Bunun temel nedeni ise, mevcut siyasi partilerin aday belirleme süreçlerinde ‘paralı ve popüler adaylar’ gibi ‘farklı’ kriterleri öncellemesiydi. ‘Paralı adaylar’ derken, kampanya dönemini kendi imkânlarıyla geçirebilecek, bu anlamda partiye yük olmayacak isimler. Tabii, ‘paralı adaylar da’, bir partiye ‘yaslanmak’ suretiyle bir tür karşılıklı çıkar ilişkisinin örneğini ortaya koymaktan geri durmayacaklardı.
Bir diğer husus ise, kendini halka yakın hisseden ve ‘halk için’ çalışma arzusundaki adayların ‘bağımsız’ olarak seçimlere girmesinin teknik olarak mümkün olmamasıydı. Herhalde bu süreçte ülke demokrasisine kazandırılacak temel bir özellik olarak yasa yapıcıların dikkatini çekecektir. Bu noktada zaten bazı sivil çevrelerden Anayasa Mahkemesi’nin acilen bu konulu ele alması ve bir sonraki seçimlere yetiştirilecek şekilde gerekli düzenlemenin yapılması konusunda çağrılar var.
Bunlardan bağımsız genel anlamıyla ülke demokrasisinin ‘zaaflarının’ en başında gelen ‘güvenilirlik’ sorunu da seçmenlerin sandık başına gidip kendi yerel yöneticilerini belirleme sürecine aktif katılım sağlamada çekingen tavır sergilemeleridir. Burada “nasıl olsa verilen vaatler yerine getirilmeyecek” algısının oluşmasında, bütün suçu herhalde ‘cahil’ seçmen algısı olarak yorumlamak mümkün değil. Kaldı ki, kampanya dönemi boyunca ülke ana medyasını meşgul eden yolsuzlukla ilgili davalarda yerel yöneticilerin de boy göstermiş olması, seçmenlerin ‘algısında’, şu veya bu şekilde belirleyici bir rolü olsa gerek.
Aslında bu yaklaşım bile içinde, beş yıllık süreyle seçilen yerel yöneticilerin hangi kriterler ve süreçlerle halkla iç içe oldukları ve olmadıklarını da ortaya koyuyor. Beş yıllık bir süre ile bir belde/ilçe/il’in yöneticisi olmak, ‘yolsuzluğun’ endemik olduğu bir ülke için ‘kazanımlar’ noktasında az bir süre değil. Kaldı ki, bu süre zarfında yöneticileri, yerel meclisleri kontrol mekanizmasına tutacak, halka karar mekanizmalarında yer verecek bir uygulamada ortada olmaması seçmende ‘soğuk’ ve ‘donuk’ bir tavrın ortaya çıkmasında rol oynuyor.