Mehmet Özay                                                                                                                          16 Mayıs 2013     
“Indonesia has been experiencing reform process since after the fall of Suharto in May 1998. Hence, the discussions about how the process has been successful or to what extent it has realized the targets. In current days, the 15th year of the reform era is again on the agenda of civil organizations, statesmen, intellectuals to highlight the near future of the country. Despite of some people are optimistic, it cannot be asserted that the majority are happy of the efforts of the politicians. For example, Prof. Budiono Kusumohamidjojo expresses that the Indonesian society as a whole is becoming an unethical society.” 

Endonezya’da reform süreci 15. yılına girerken, bir zamanların tek parti iktidarından çok partili demokrasiye geçişin ülkede ne gibi değişimlere yol açtığının hesabı yapılıyor. Öte yandan, gündeme getirilip de bir türlü hayata geçirilemeyen politikalar da az yer tutmuyor eleştiriler içerisinde. Bundan dolayı, belki de bu sürecin en önemli kavramının, özellikle de geniş halk kesimleri için ‘umut’ olageldiğini söylersek abartmış olmayız.

Bu süreçte hiç değişmeyen bir şey varsa, o da Cava kökenli politikacıların siyasi hayatın kurumsal egemenliğindeki karşı konulamaz yerleri. Büyük ölçüde, gene bu Ada merkezli siyasal elitin içinden çıkıp serpildiği bir takım seçkin ailelerden müteşekkil oligarşik yapı, siyasal ve toplumsal hayatın neredeyse her yanını kuşatan hiyerarşik bir özellik sergiliyor. Doğusundan batısına 33 eyalette, ki pek çoğunda farklı etnik unsurlar başattır- bahşedilen yönetim hakkına rağmen, merkezden atanan ve siyasal elitin uzantısı rolünü gerçekleştiren bürokratik yapıda da pek fazla bir şey değişmiyor.
Bu siyasi yapılanmaya bakıp da, reform gibi insanda heyecan uyandıran bir kavramın ülkede arzu edilen değişimlere pek de kapı aralamadığını söyleyebiliriz. Burada reformdan kasıt siyasi, kültürel, ekonomik, eğitim ve dini yaşam standardının belirlenmesi bağlamında algılamak gerekir. Yoksa, ülke yönetiminde söz sahibi olan ve son iki dönemdir Başkanlık koltuğunda oturan Susilo Bambang Yudhoyono’nun liderliğinde sergilenen ekonomik kalkınmışlık ölçüt olmamalı Kaldı ki, bu ekonomik ‘başarıdan’ geniş yoksul kitlelerin ne şekilde yararlanabildikleri de ayrı bir konu. Suhartolu yıllarda benzer, hatta ve hatta çok daha ‘görkemli’ kalkınma hamlelerine, özellikle de Cava temelli olarak, sahne olmadı mı bu ülke? Beklentiler ekonomik kalkınmışlık odaklı olması halinde o zaman niçin geniş kitleler bundan 15 yıl önce düzenlenen dev gösterilerle Suharto’yu alaşağı etti diye sormalıyız.
Ülkede reformun 15. yılına girildiği şu günlerde, yukarıda atıfta bulunduğumuz ekonomik kalkınmışlığın, gene bahsi geçen siyasi elitin yeni nesil temsilcilerince nasıl ‘haksız’ paylaşım nesnesi haline getirildiğine tanık olunuyor. Öyle ki, reform kavramıyla hiç de örtüşmeyecek yolsuzluk vak’aları siyasi partiler ve kurumlar bağlamında ayrım gözetmeksizin gündemde yer almaya devam ediyor. Eyaletlerdeki alt yapı inşaatlarından, yurt dışından ithal hayvan alımına ve Kur’an basımı ve dağıtımına kadar değişik alanlarda sergilenen yasadışılıkların pek de ders çıkartılacak cinsten olmadığı anlaşılıyor. Bir yanda reformla eş değer görülen bir siyasi partinin tam da merkezine yerleşmiş genç, eğitimli profesyoneller elinde gerçekleştirilen kamu parası üzerinde kurulan tasallut, öte yanda içinde dini kurumlarda çalışan bürokratların da yer aldığı ve politikacılardan geri kalmayan ‘gözü açıklık’ gün geçmiyor ki ulusal medyada konu olmasın. Seçimlere bir yıldan az bir süre kala gözler yeniden adaylara çevrilirken, DPR için bir adayın seçim masraflarının altı milyar Rupiah yani altı yüz bin Dolar’ı bulduğu hesaba katıldığında politikacıların bulaştığı yolsuzluklara şaşırmamak gerekiyor.
Öyle ki, yolsuzluk olgusunun salt maddi/parasal boyutuyla değerlendirilmesi bile ülkede olup biteni anlamayı engelleyecek bir işlev yüklenmesiyle dikkat çekiyor. Yolsuzluğun maddi olmayan veçhelerinde yani, şeffaf ve adilane olmayan yönetimden, çalışma disiplini ve ahlâkından yoksunluk vb. hiç kuşku yok ki ilk sırayı almalı. Ülkenin resmi ideolojisinin dini alandaki sembolik temsilcisi İstiklal Camii’nde bir Cuma hutbesinde hocaefendi tam da bu noktaya parmak basıyordu. ‘Sistem’e işaret ediyordu hocaefendi sorunun kökeni olarak… “Sistem, işte bizde olmayan bu” haykırışı İstiklal’in dev kubbesinde yankılanıyordu. Buna bir de örnek veriyordu haklı olarak Pancasila’dan, yani Beş İlke’den. İlk maddesi ‘Tanrı’ya iman’… –Tabii bunun hangi ‘Tanrı’ olduğu meçhul. “Pancasila materyalizm değildir. İşte kanıtı ilk maddesi… Ancak materyalist dünyanın temsilcisi ülkeler sisteme sahip, bizde ise sistem yok.” Sistem, toplumu çekip çeviren kurallar bütünü olmakla birlikte, Endonezya’nın geçen süreçte bir türlü üzerine gidip halledemediği şey kuralsızlıklar dizisidir aslında. Var olan yasaların uygulanamamasından doğan sıkıntılar, yeni ortaya çıkan sorunlara zamanında karşılık verecek yasal düzenlemelerin yapılamamasıyla iki kat artıyor. Aslında İstiklal’deki hocaefendi kime sesleniyordu bakmak lazım. Başkentteki kamu binalarının yanı başındaki bu camiyi dolduran  cemaitin kahir ekseriyeti kamu çalışanları değil midir? Üstüne üstlük ülkedeki yolsuzluk söylentilerinde adı geçenlerin bir bölümü, ‘din’ isminin yer aldığı kamu kurumları mensupları değil midir?
Bu sistemsizlikten kaynaklanan düzensizlik ve yolsuzluğu fark eden kişiler, gruplar yok mu? Elbette var. Örneğin, ülkenin değişik bölgelerinden çeşitli vesilelerle zaman zaman biraraya geldiğimiz üniversiteli gençlerin kayda değer bir bölümünün şimdi ve geleceğe dair karamsarlıklarının temelinde topluma sözde liderlik eden kişilerin vasıfsızlıkları bulunuyor. Bizim bu gözlemimiz, Endonezya Uluslararası Şeffaflık kurumunca yapılan araştırmada da ortaya konmuş. Şaşılacak bir durum yok! Öte yandan, bu umutsuzluk içerisinde debelenmek yerine, ‘bir umut olur muyum’ kaygısıyla yaşadığı küçük topluma dönerek birşeyler yapma arzusunu paylaşanlar da
yok değil. Bu çerçevede, söz konusu öğrenci kitlesi, içinden çıktıkları toplum kesiminde eğitimsizlikten ve yoksulluktan epeyce pay almış kitlelere ulaşmada, en azından bu kitlenin çocuklarına ‘el uzatmada’ rol üstleniyorlar. Ayrıca, öğretim süreçlerinde ya kampüste, kampüs çevresinde veya memleketlerinde birtakım sosyal organizasyonlarda yer almakla kalmayıp bu inisiyatiflerini bölge ve ulusal düzeye taşıma arzusunda oldukları da vaki.
Tüm bu sorunlar üzerinde kafa yorarken, insanın aklına birden bir ümit yoksa bir handikap olarak mı değerlendirilmesi gerektiğine karar veremediğimiz şekilde bu ülkede, dünyada en çok sayıda Müslümanı barındırdığı; on milyonlarca üyesi olan Alimler Birliği (Nahdat’ul Ulama) ve Muhammediyye gibi dev İslami/toplumsal hareketlerin olduğu geliyor. Halkı Müslüman olan kimi ülkelerde olduğu gibi bu dini/toplumsal hareketler merkezin dışında kalmış, muhalefeti teşkil eden yapılar da değiller. Aksine, her biri siyasetten eğitime, ticaretten dine, ekonomiden güvenliğe neredeyse toplumsal yapı unsurlarının her birinde rol üstlenen ciddi kurumsal boyutlara haiz. Bu hareketlere mensup tek tek bireyler, hayatlarını ‘cihad’ eksenine taşıyıp yanı başlarındaki sadece iki kişiyi ‘yola getirdiklerini’ varsaysak ülke temize çıkacak gibi gözüküyor. Ancak böyle olmuyor… Hesaba kitaba gelmeyen bir gerçek var ki, o da ‘cehdin’ içerden başlanmasının gerekliliği. Yani, bu iki dini/toplumsal yapı üyelerinin kendilerini düzelttikleri taktirde topluma hakkıyla öncülük edebileceklerini kanıtlamaları gerekiyor.
Bu minvalde eksik olan ne diye sormak gerekmez mi? Eksik olan şey, ‘adalet’i hakim kılma noktasındaki yoksunluk. Kendinde olanı toplumsal olana evirmede yaşanan adaletsizlik; kendi dini/siyasi cemaatinde olanı diğeriyle paylaşmamaya dönük ‘adaletsizlik’ ülkeyi baştan başa saran bir heyüla mesabesinde adeta. Hukuk Profesörü Budiono Kusumohamidjojo’nun ifadesiyle ‘Endonezya toplumu!’ gayri ahlâkilik tehlikesiyle karşı karşıya. Yukarıda zikrettiğim genç eğitimli kesimin ‘şimdilik’ sahip olduğu duyarlılığının da ne denli uzun metrajlı bir mücadele endekslenebileceğini kestirmek güç. Çünkü topluma model olarak sunulanları takip etmek onlara meydan okumaktan çok daha kolay. Hatta ve hatta, yolsuzluklara bulaşıp da ekranlarda toplumun karşısına çıkıp, edep olgusunun tarihin bir yerlerinde kaybedildiğini ansıtacak şekilde ve hiçbir şey olmamışcasına ‘sırıtarak’ meydan okuyan şarlatanlar bu beden dilleriyle aslında geniş yoksun kitlelere meydan okuyorlar. Öyle gözüküyor ki, Endonezya için reform hareketi değil de, herhalde öncelikle ‘edep’ hareketinin güncellenmesi gerekiyor.

LEAVE A REPLY