Mehmet Özay 30.09.2017
30 Eylül 1965 tarihinde gerçekleşen darbe girişimi, Endonezya modern tarihinin en önemli dönemeçlerinden biridir. Altı generalin öldürülmesine rağmen akamete uğratılan ‘darbecilerin’ dönemin en önemli siyasi hareketi olan Endonezya Komüsit Partisi’yle bağlantıları ile gündeme gelir. Bu sürecin öne çıkan başlıkları devlet başkanı Sukarno’nun görevden alınması, komünist partisi mensubu olduğu belirtilen ve sayıları yüzbinler ile milyonla ifade edilen kişinin ‘pasifize’ edilmesi, ‘darbeyi önleyen’ Suharto’nun karşı darbe sonrasında devlet başkanlığı koltuğuna oturarak otuz iki yıl boyunca ülkeyi yönetmesidir.
Arka plânda ise, dönemin Asya-Pasifik bölgesindeki jeo-politik durum, Adalar ülkesinde bağımsızlık öncesinde başlayan ve sonrasında farklı yönelimleriyle devam eden ideolojik mücadele olduğu görülür. Bununla birlikte, ülke modern tarihindeki bu en önemli gelişmenin bugüne kadar tüm yönleriyle bırakın çözülmesini, hakkında geniş çaplı araştırma ve soruşturmanın yapılamadığı bir döneme işaret eder. Sosyolojik anlamda ise, yaşanan ‘darbe’ sürecinde, ‘halim-selim Malay ırkına’ mensup Endonezya toplumunun, bazı raporlarda dikkat çekildiği üzere 20. yüzyılın ‘kitlesel kıyımı’yla anılan önde gelen şiddet hadiselerinden birine konu olması, yaşanan toplumsal travmaların hangi boyuta ulaşabileceğini ortaya koyması açısından dikkat çekicidir.
Jeo-politik bağlamıyla da, klasik ifadesiyle batıda ‘Fas’tan başlatılan İslam coğrafyasının en azından son seksen yıllık süreçte maruz kaldığı toplumsal ve siyasal çalkantıların, en çok ‘Müslüman’ nüfusu barındıran doğudaki bu ülkesini de ‘es’ geçmemesiyle önem taşır. Bu bağlamda, daha bağımsızlık öncesinde sömürgecilik karşıtı toplumsal ve siyasal hareketlerin güçlü damarlarından biri olan İslamcı siyaset içinde yer alan toplumsal grupların, söz konusu bu darbe sürecinde nerede durdukları ise ayrı bir çalışma konusu.
Darbeye sebebiyet veren grubun dönemin komünist partisi ve bu partiye destek çıkan dönemin devlet başkanı Sukarno olduğu iddiaları karşısında bu girişimi önleyen, yine ordu içerisinde yer alan Suharto liderliğindeki askerlerdir. Dönemin devlet başkanı -ki bir başka ifadeyle 1945 yılındaki bağımsızlık ilânını gerçekleştiren kurucu baba Ahmed Sukarno’nun görevden el çektirilmesi ve ardından görevine son verilmesine karşılık ‘işlemiş’ olduğu bu suçtan ötürü yargılanmaması da bir başka husustur. Öte yandan, darbeyi önleyen veya bir başka ifadeyle karşı darbe gerçekleştiren Suharto’nun bir süre sonra devlet başkanlığına seçilmesi ile Endonezya yeni bir döneme adım adım atmış oldu.
1945-1965 yılları arasında yirmi yıl boyunca ülkeyi yöneten Sukarno iktidarı döneminde, siyaset terminolojisinin içerdiği tüm akımları bünyesinde barındıran bir siyasi anlaşılı hayata geçirse de, belki de bu dönemi tanımlayacak en iyi sözcük istikrarsızlığın süreklilik kazanmasıdır. Sukarno, 1920’li yıllardan itibaren içinde yer aldığı milliyetçi hareketin ulaştığı bağımsızlık sonrasında, geniş toprakları içinde barındıran ülkede toplumsal ve ekonomik refaha kapı aralayacak tedrici bir iyileşmeyi değil, sürekli hükümet değişiklikleriyle siyasette bir tür istikrarsızlık kültürünün yeşermesine neden oldu.
Suharto’nun 1965 yılı 1 Ekim’inde fiili ve 1968 yılında ise resmen devlet başkanlığı koltuğuna oturmasıyla 1998 yılı Mayıs ayına kadar sürecek iktidarının ülkeye neler getirip neler kaybettirdiği üzerine de bugüne kadar popüler ve akademik bağlamlarda epeyce kalem oynatıldı. Muhalifleri tarafından kendisine ‘Güler yüzlü diktatör” lakabıyla anılan Suharto’nun, mensubu olduğu siyasi parti ve toplumsal kesimler tarafından ise ülkede ‘kalkınmanın babası’ unvanına layık görülmesi, aslında otuz iki yıllık iktidarı dönemini de aşan çelişkilere gönderme yapmasıyla üzerinde durulmayı hak eder. Burada, darbe sonrası Suharto iktidarına dair farklı bir görüşü gündeme getirmeye çalışalım.
General Suharto’nun tipik bir Asya-Pasifik ülke lideri olarak kökenleri orduya dayanan, gençlik ve gelişme yıllarını sömürgeci güçlere karşı mücadele ile geçirmiş en azından ya ailesi veya bulunduğu toplumsal ve siyasal akımlar bağlamında bu süreçle ilgili anlatılanları birinci elden dinleme imkânı bulmuş bir nesilden geliyor. Öte yandan, Suharto’nun 1942-1945 yıllarında Japon işgali döneminde Japon pasifik güçlerine mensup ordu yapılaşmasına bağlı birimlerde eğitim görmesi ve Japon sosyalizasyonuna ve modernleşmesine yakinen tanık olduğuna işaret eder. Suharto bu süreçte, muhtemelen sadece pasif bir Japon takipçisi değil, bizzat bilinçli olarak Japon modernleşmesine dair okumalar ve hatta Japon subay ve bürokrasisiyle görüşmeler yapmış olması da muhtemeldir. Kaldı ki, Japonya-Endonezya siyasi ilişkilerinin gelişme gösterdiği yılların Suhartolu yıllara denk gelmesini de burada not düşmek gerekir.
Suharto’nun bu ‘Japon bağlantısı’ndan hareketle 32 yıllık iktidarında ‘diktatör’ lakabının yanı sıra, ‘kalkınmanın babası’ unvanını hak edecek bir ekonomik istikrar sürecini hayata geçirmesinin arka plânında neler olabileceği sorulabilir. Bu noktada, ‘Asya özgürleşmesini’ küresel bir politika haline getirip, bunu sömürge güçlerine karşı açtıkları savaşla pratiğe geçiren Japonya’nın bir ordu-milliyetçilik-otoriteryenizm üçlemesinin Suharto’ya bir ‘ilham’ kaynağı olabileceğine dair referanslar bulmak zor değil. Asya-Pasifik bölgesinde uzun dönem hüküm süren sömürge güçleri yani, İngiltere-Fransa-Hollanda ve kısmen ABD’nin bölgeden çekilmelerinin ardından bıraktıkları siyasi ve bürokratik yapılar, sömürge dönemi siyasal ve idari mekanizmasının bir devamı olarak kurgulanmıştır. Endonezya’da Suhartolu yılların 350 yıl hakim olmuş Hollanda’nın mı yoksa 3.5 yıl hüküm süren Japonya’nın tesiri olduğu sorusu bu anlamda ilginç bir sorudur.
1850’li yıllardan itibaren, ‘Batılılaşma’ ve ‘modernleşme’ evrelerini kabullenen Japonya endüstrileşmesi, doğal kaynaklara erişimi ve savaş mekanizasyonunu geliştirmesiyle kendine Asya’nın büyük abisi rolünü biçerek, Asya-Pasifik bölgesinde bağımsızlaştırıcı bir işleve soyundu. Bu süreçte hiç kuşku yok ki, Japon siyasi eliti sömürgeci güçlerin varlıklarının salt küresel ticaret sistemine dayalı bir yapı olmadığını, bunun daha geniş ve güçlü bir ekonomi ile askeri güce dayandığını tarih okumalarının yanı sıra, bölgedeki sömürge yönetimlerinin, en azından yine 1850’li yıllardan itibarenki yapılaşmalarından öğrenmiş olmalılar. Japonya zamanla edindiği askeri gücünü, bir Avrupalı ulus kabul edilen Rusya ile 1904 yılında yapılan savaşta ilk kez ciddi anlamda sınamış oldu. Bu nedenle, ‘Endonezya milliyetçiliği’nin öncü hareketlerinin Hollanda sömürgeciliği karşısında Japon ‘başarısından’ ilham almalarına şaşırmamak gerekir. Ve Japonların bu başarısı dönemin Malayca yayın yapan basın organlarında -diğer bazı örnekleriyle birlikte- sıklıkla dile getirilen bir olguydu.
Japon militerleşmesinin en bariz örneği kuşkusuz ki, 1942 yılından itibaren Malay topraklarına ayak basmasıyla birlikte kendini ortaya koydu. O dönem sömürge karşıtı silahlı oluşumlar içinde yer alan Suharto’nun bizzat eğitim aldığı bu Japon ordusu, onun iktidarı döneminde başlı başına bir referans noktası olmalıdır. Suharto, üniformasını çıkartıp bir sivil siyasetçiye dönüşse de, ülke yönetiminde merkezden çevreye kadar tüm noktalarda ordu mensupları bakanlıklardan, genel müdürlüklere, belediye başkanlıklarından köy yönetimine kadar ülkenin her noktasında var olmaya devam ettiler. Bu anlamda, Endonezya ordusunu, tıpkı ‘kurtarıcı’ sıfatına sahip diğer Asya ordularından bir farkı olmadığı ve ülkenin kaderinde belirleyicilikten geri durmadığı görülür.
Ordunun ülke yönetimini bir ağ gibi sardığı ve küçüğünden büyüğüne neredeyse tüm politikalarda belirleyici makamında olması karşısında, bürokraside yer alan sivillerin ordu dışınıdaki çeşitli toplumsal ve siyasal yapıların temsilcileri olduklarını düşünmek iyi niyetli bir yaklaşım olacaktır. Ancak Suharto iktidarında ordunun işlevi/rolü ve geniş bürokrasi dünyasına nüfuzu dikkate alındığında daha farklı bir olgu olarak karşımıza çıkar. Ki buna Endonezya siyasetinde ‘dwi fungsi’ yani ‘iki işlev’ adı verilir. Endonezya ordusunun ülkeyi ‘dış tehditlere’ karşı koruma işlevinin yanı sıra, iç politikada aktör olarak yer alma gibi anayasal bir yeri de bulunuyor. Ordunun bu temel yapılaşmasının bugüne kadar daha çok iç politikada belirleyicik ile öne çıktığı da bir başka gerçek.
Endonezya’nın 30 Eylül 1965 ve sonrasında yaşadıkları bugün her açıdan siyasal ve toplumsal ilişkileri belirlemede önemli bir hadisedir. Bu dönemi tüm vecheleriyle ele almanın, hem Endonezya hem İslam coğrafyasının farklı bölgelerinde olup bitenleri anlamada oldukça işlevsel olduğuna kuşku yok.