Mehmet Özay                                                                                                                    9 Aralık 2013

Dünya Ticaret Örgütü’nün Bali’deki Bakanlar düzeyinde yapılan 17. Toplantı’sı tüm zorluklara rağmen, ‘imzayla’ sonuçlandı. Ve Böylece “Ticareti Kolaylaştırma” adı verilen bu anlaşmayla DTÖ yola devam kararı aldı… Anlaşma, aynı zamanda “2001 Doha Ruhu”nun dirilişi olarak da değerlendirilebilir. Gelişmeye ilk olumlu mesaj ise Barack Obama oldu. Obama bu anlaşma ile özellikle ‘küçük işletmeleri’ uluslararası mobilizasyon kazanacaklarını ileri sürdü.

1995’de kuruluşundan bu yana üyelerarası anlaşmazlıklarla gündeme gelen ve her toplantısı alternatif toplantılar ve gösterilerle proteste edilen DTÖ bu sefer imza atmayı başardı. 159 ülkenin üye olduğu örgüt, Bali öncesi Cenevre sürecinde ortak bir metin üzerinde anlaşma sağlayamamıştı. Bu nedenle, Bali’de nelerin yaşanağı merak konusuydu. Bu süreçte, Örgüt’ün Brezilyalı Genel Sekreteri Roberto Azevedo’nun  “Bu anlaşma, ya imzalanacak ya da her şey bitecek” türünde tehditvari açıklaması etkisini gösterdi diyebiliriz. İmza sonrası böylesine rasyonel bir kurumun yöneticisinden beklenmeyecek şekilde gözyaşlarını tutamayan ise gene Azevedo’ydu….

Yukarıda Obama’nın ilk olumlu tepkiyi veren lider olduğunu söylemiştik. Nedeni de açık… 1995’den bu yana kaydadeğer bir gelişme sergileyememiş DTÖ’nün varlığı karşısında küresel ticareti bölgelerarası anlaşmalarla yürütmeye çalışan ABD yönetimi DTÖ çerçevesinde ‘sınırlı da olsa’ bir adım atılmasından herhalde memnuniyet duyuyor olmalıdır. ABD’nin bu bölgelerarası anlaşmalarına en son örnek ise Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA) çalışması geliyor. Henüz son imza aşamasına gelinmese de ABD’nin Pasifiğin iki yakasını bir araya getirecek ve ABD ekonomisine hayat kapısı olacak çözümlerden biri olarak bakılıyor.

Küresel sistemin öncülerinin DTÖ Anlaşmasıyla ilgili olarak kulağa hoş gelecek şekilde dile getirdikleri “zengin-fakir tüm ülkeler aynı oyunun kurallarını oynayacakları” argümanıydı. Ancak “Şartlar zenginler ve fakirler açısından aynı mı?” sorusu hep gündemde yer işgal etti ve etmeye de devam edecek. Örneğin yatırımların gelişmiş ülke iş çevrelerinden gelişmemiş/gelişmekte olan ülkelere doğru bir akım seyrettiği dikkate alındığında DTÖ ‘kuralları da’ bu ulusaşırı yatırımcıların lehine çalışıyor. Yani DTÖ’nün koyduğu kurallar göz ardı edilmeyecek kadar bağlayıcı. Bu anlamda, DTÖ kuralları karşısında yerli hükümetlerin yasa gücü de bulunduğunu söylemek güç. Kurallar belirlenmiş oluyor ve oyuncular sahaya iniyor. Elbette yabancı yatırımların geri kalmış bölgelerde iş olarak geri dönüşü argümanı da her şeye rağmen epeyce eleştirilmeye matuf bir yön içeriyor. Süreç hiç de sanıldığı gibi düz-pozitif bir çizgi takip etmiyor…

DTÖ’nün önceki toplantılarındaki handikapların benzeri gene tekrar etti. Öyle ki, Cenevre sürecinden başlayarak toplantılar öncesinde başta Hindistan, Çin ve Küba olmak üzere Güney’in tepkisi vardı. Özellikle son güne kadar devam eden Hindistan’ın tepkisi anlaşma sağlanamayacağı ihtimalini güçlendiriyordu. Bu nedenledir ki, ev sahibi ülke Endonezya’nın Devlet Başkanı Susilo Bambang Yudhoyono bizzat Hindistan Başbakanı’nı Manmohan Singh’i arayarak anlaşma kosunuda ısrarcı oldu. Bir anlamda DTÖ toplantısında anlaşma bu görüşmenin sonrasında gerçekleşti. Kaderin bir cilvesi olsa gerek, bu anlaşma, İki kutuplu dünya sistemi yani Soğuk Savaş yıllarının başlarında iki sisteme de kafa tutabilme emaresi göstermiş ve bu anlamda Bandung’da Üçüncü Dünya’nın alternatif sözcülüğüne soyunmuş Endonezya’da gerçekleşti.

Hindistan Anlaşma’ya ‘evet’ derken, kendi görüşünü de kabul ettirmiş oldu. Neydi Hindistan’ın talebi? Yüz milyonlarca yoksul kitleyi besleyecek ve ülkenin sadece sosyal yapısını değil, politik yapısını da garanti altına alacak şekilde tarım ürünlerinde sübvansiyona devam edilmesiydi. Hindistanlı yetkililer görüşmelerde, ülkelerinin ‘tarım sübvansiyonlarının kaldırılması’ şartından azade edilmesini istediler ve bunu da kabul ettirdiler. Bu ‘imtiyaz’ sadece Hindistan’la sınırlı değil. Aksine tüm gelişmekte olan ülkelerde sübvansiyonların “geçici süre” devam edilmesi Güney’in şimdilik bir yandan kazanımı gibi gözükürken öte yandan DTÖ’nün önüne taş koymak anlamına da yorumlanabilir.

Genel Sekreter Azevedo’nun vurguladığı üzere 2014 yılı bu konuda önemli adımların atılacağı bir yıl olacağı açıklaması da henüz anlaşma bağlamında herşeyin kesinleşmediğini de ortaya koyuyor. Bu ne anlama geliyor? DTÖ, iddiasından vazgeçmiş değil… Küresel sistemi rahatlatma adına geçici verilen bir imtiyazın ardından şartlarını kabul ettirme noktasında yakın gelecekte ciddi çabalar ortaya konacak. Bu anlamda, DTÖ’nün “Ticareti Kolaylaştırma Anlaşması” sürecinin bittiğini söylemek güç.

DTÖ dünya ticaretini ilgilendiren bir kurum ve aldığı kararlarla bu ticarete yön veriyor. Ancak küresel ticaret anlaşmalarında bugüne kadar izlendiği üzere sadece zenginler arasında ticaret konuşulmuyor. Bunu en iyi Hindistan’ın çıkışıyla görmüş olduk… Aksine, bu ticareti yönetecek kuralların her bir ülkenin özellikle de, Güney’deki fakir kitleleri ne yönde etkileyeceği üzerinde duruluyor. Bu bağlamda, Türkiye gibi ülkelerin gerek devlet ve gerekse özel kesim de -diyelim ki STK’lar boyutunda bu konuya ne denli eğildiklerini de tartışmak gerekiyor. Çünkü son dönemdeki çıkışlarıyla devletin kimi organları düne kadar öncülüğünü kimi STK’ların yaptığı söylenen ‘yardım işinde’ kayda değer adımlar atarken, bunun sadece ‘fakirin karnını’ doyurma yaklaşımı ile sınırlı olmadığı da ipuçlarını vermeye başladı. ‘Karın doyurma’ olgusu tastamam bir dünya sistemine müdahale anlamı taşımıyor mu diye sormak gerekir. Bakın buna en son örnek, Bengaldeş’te neredeyse ömrünü bu işe vermiş Prof. Muhammed Yunus’un ‘mikro kredi’ çalışmalarının dünya kapitalistlerinin egemenliğine geçmiş olması… Akabinde daha
geçtiğimiz Kasım ayında da Bengaldeş Hükümeti ‘Gramen Bankası’nı devletleştirme kararı aldı. Prof. Yunus’un bu karara verdiği “Hükümet, mikro finans sistemini ortadan kaldırmak anlamın geliyor” tarzındaki tepkisinde neler olup bittiğini çok net ortaya çıkıyor  sadece ‘cepten’ yeme olarak değerlendirlerini düşünmek yanlış olur.

Herhalde bu noktada söylenmesi gereken “Biz ticaret yapalım. Kârımızın bir bölümüyle yoksula bakalımdan ziyade, yoksulu kendi inisiyatifiyle ‘adaletli’ bir üretim-tüketim süreçlerine nasıl yönlendirebiliriz” olmalı. Bu noktada, gerek bölgesel gerekse küresel ticaret anlaşmalarına imza atmadan önce devlet ve de özel kesim ki bundan kastımız STK’lardır, kayda değer açılımları sergileyecek donanımda olmaları gerekir. Bugüne kadar oldular mı? Olmadılarsa bundan sonrası çok önemli bir süreç… Bir örnek verelim… Oxfam, DTÖ’nün son anlaşması üzerine ‘katkılarını’ yapıyor… Kuvvetle muhtemel görüşmeler öncesinde de ilgili ülkeler nezdinde lobi çalışmalarında bulundu… Oxfam’dan önce bunu düşünecek çok daha sağlam argümanlarımız olduğunu unutmamak lazım…

LEAVE A REPLY