Geçen Pazartesi günü, Japonya’nın Çin’e saldırısının 77. Yıldönümü’ydü. Bir başka ifadeyle Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’nda hedef aldığı ülkelerden Çin’e girişinin yıldönümü. Çin’de “Japon saldırısına karşı savaş” adıyla bilinen gelişme, 1937 yılında Japon ve Çin askerlerinin çatışmasıyla başlamış, ardından Japonya’nın Nanjing’e girmesiyle sekiz yıl boyunca ana kıtada varlığıyla devam etmişti. ‘Nanjing Katliamı’ adıyla bilinen bu istila girişimi Çin toplumunun hafızasında derin izler bıraktı. Japonlar, her ne kadar Çin’i Batı sömürgeciliğinden kurtarmak amacıyla bu askeri harekâta giriştiklerini ileri sürseler de, Çin yönetimi ve kamuoyunda bu girişim bir Japon istilası olarak hatırlanıyor ve anlatılıyor.
Bu yıldönümü çerçevesinde Japonya’dan Güney Kore’ye, Çin’den Avustralya’ya kadar uzanan yankılar gündemi oluşturdu. Bu gelişmeler kısaca değinmeden önce, yıldönümü vesilesiyle neler olduğuna kısaca bakalım. Söz konusu yıldönümü Çin’de resmi kutlamalara konu olurken, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping geçen hafta, Güney Kore’ye bir ziyarette bulundu. Aslında bu ziyaret, Xi Jinping’in, Güney Kore Başbakanı Park Geun-hye ile son bir yılda beşinci görüşmesi olmasıyla dikkat çekiyor. Ardından, Almanya Başbakanı Angela Merkel resmi bir ziyaret için Beijing’deydi. Japonya Başbakanı Shinzo Abe’nin yolu ise Avustralya’nın başkenti Canberra’ya düştü.
Birbiriyle yakından ilintili bu gelişmelerde Çin siyasi eliti, bir kez daha tarihe referansda bulunarak, oldukça önemli bir stratejik algı oluşturma çabası içerisinde. Bu yıldönümü sadece Çin’de değil, benzer gerekçelerle Güney Kore’de de geçmişte yaşananları gündeme taşıdı. Bu anlamda, Xi Jinping’in Seoul ziyareti sırasında bölge güvenliği bağlamındaki açıklamalarında, Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’ndaki istila girişimini hedef aldığı açık olan ifadeleri, benzer kaygılar taşıyan Güney Kore makamlarınca da desteklendi.
Savaş sürecinde Kore Yarımadası’na da giren Japonya, özellikle son dönemde karşılıklı tartışmalarla yeniden gündeme taşınan Japon ordusuna hizmetle görevli ‘kadın köleler’ konusu ile Güney Kore’de hâlâ olumsuz bir imajla anılıyor. O dönemde yaşananlar nedeniyle Çin ve Güney Kore’nin Japonya karşıtlığında ortaya çıkan ittifak görüntüsü çizilmesine neden oluyor. Modern ulus devlet oluşum sürecinde, Çin ve Güney Kore’de ulusal bilinç bir anlamda Japon militarizmi karşıtlığıyla belirlenmişti. Bugün bu bilinç yeniden ortaya çıkıyor.
Japonya’nın 1950’li yılların başından itibaren Çin’le başlayan, ardından Kore Savaşı’nın sona ermesiyle Güney Kore’yle devam eden yatırım/ticaret ilişkileri bu algıyı değiştir/e/medi. Söz konusu bu ilişkiler Çin’de tedrici bir gelişmeye neden olurken, Güney Kore’nin tastamam bir Japon modellemesiyle “Asya Kaplanları”ndan biri olarak küresel kapitalizmin Doğu’daki temsilcilerinden biri oluşu halk arasında savaş dönemi Japonya algısını değiştirmeye yetmedi.
Bugünlerde her iki ülkede gündeme getirilen Japon karşıtlığı, neredeyse bütün Doğu ve Güneydoğu Asya’yı içine alan Japon militarizminin yeni bir boyut kazanma ihtimali nedeniyle ortaya çıkıyor. Bunun nedeni ise, 1946 yılında Amerikalıların kaleme alınan ülke anayasasındaki savunma maddelerinin yeniden yorumlanması ve pasif bir savunma politikasından artık vazgeçip, yerine aktif ve kendi ayakları üzerinde duran ve adına “kollektif savunma” denilen bir savunma stratejisinin geliştirilmesine kapı aralaması yönünde Shino Abe’nin bir süredir gündeme getirdiği bir tür militarist söylemiydi. Bu konuda söylem boyutundan eylem boyutuna geçiş ise 1 Temmuz’da oldu ve kabine bu yönde değişikliğe onay verdi. Aslında, Japonya’yı bu noktaya getiren ve savunma stratejilerinde kapsamlı bir paradigma değişimine yönelten, Çin’in son yirmi yılda askeri harcamalarındaki artış. Ayrıca, buna paralel olarak Çin’in, Doğu ve Güney Çin Denizi’ndeki askeri varlığı ve hak iddialarını güçlü bir şekilde dile getirmekle kalmayarak bunu fiiliyata döktüğü de unutulmamalı. Bu anlamda, geçen Kasım ayında Çin’in Doğu Çin Denizi’nde Japonya’yla anlaşmazlığa konu olan adalar bağlamında hava sınırını tek taraflı olarak belirlemesi; Filipinlerle anlaşmazlığa konu olan Adalar’da inşa faaliyetine başlaması; Vietnam’ın da hak iddia ettiği sularda dev bir istasyonla petrol sondaj çalışmalarına başlaması dikkat çeken hususlardı.
Liberal-milliyetçi bir çizgide politika yapan Abe, savunma stratejilerindeki yeniden yapılanma konusunda ABD Başkanı Barack Obama’nın ziyareti sırasında Amerikan desteğini de yayına aldı. Yukarıda bahdettiğimiz nedenler bir yana, aslında bu Soğuk Savaş yıllarında ABD tarafından, Doğu Asya’da askeri yükün en azından bir bölümünü üstlenmesi konusunda Japonya’ya yapılan baskıların bugün Japonya tarafından gönüllü olarak gerçekleştirilmek üzere olduğunu ortaya koyuyor. Öte yandan, bu konuda Çin’in tehditlerinden büyük rahatsızlık duyan Filipinler Devlet Başkanı Benigno Aquino tarafından desteklenmesi, Abe’nin daha da cüretkâr bir çıkış yapmasında rol oynadı. Abe’nin savunma stratejisinin, bazı tepkilerle birlikte Avustralya’dan da destek aldığı söylenebilir. Öyle ki, ABD’nin Pasifik’in Asya sularında güvenlik şemsiyesinde çok önemli rol alan iki ülke Avustralya ve Japonya askeri işbirliğine konu olacak anlaşmalara imza attılar.
Tabii, Abe’nin savunma stratejisine Japonların nasıl tepki verdiği de Çin ve Güney Kore tepkileri kadar önemliydi. Bu noktada, yasaların yeniden yorumlanması sürecinin parlamentoya taşınmasına ramak kala, yapılan kamuoyu yoklamalarında halkın Abe’ye desteğinin %57’den 48’e düşmesi, bir anlamda ilgili yasal değişikliklerle ilgili çalışmalarda frene basılmasını gündeme getirdi. Halktan gelen bu tepkiye rağmen, Abe’nin bu politikadan cayması mümkün gözükmüyor. Plânlandığı üzere söz konusu ilgili yasaların Sonbahar’da ele alınması ve yıl sonunda da ‘ABD-Japonya Savunma İşbirliği Kılavuzu’nda yer alması bekleniyor.
Bu gelişmeler, Doğu Asya’da ekonomik ve askeri güç tesisiyle tarihi tanıklıkların içiçe geçtiği bir algının yer ettiğini ortaya koyuyor. Aslında yarım yüzyılı aşkın bir süredir böyle bir algı olduğu aşikâr. Örneğin, Japonya’nın bütün bir savaş sonrası sürecinde sadece suçluluk psikolojisi yaptırımlarına maruz bırakılmaması, bununla birlikte Japon askerlerinin varlığına vatanlarında tanıklık etmiş bölge ülkeleri, Japonya’yla ekonomik ve siyasi ilişkileri geliştirirken, Japon yönetimine sürekli bu geçmişi hatırlattıkları biliniyor. Bir yanda Japonya, diğer yanda Çin ve Güney Kore bu algının ortaya çıkmasına neden olan ülkeler. Bu çerçevede, Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’nda uyguladığı şiddet bugünlerde bir kez daha hatırlanmış gözüküyor.
Düne kadar, ABD’nin çizdiği sınırlarda bir askeri varlığa sahip Japonya, Çin’in son yirmi yılda askeri harcamalarındaki artış -ki kimi gözlemciler, aslında bunun abartıldığı görüşünde- ve Doğu ve Güney Çin Denizleri’nde anlaşmazlığa konu olan adalar ve deniz yolları üzerindeki hak iddiasınının ötesinde yerleşke kurma, petrol arama faaliyetlerine başlama, zengin su ürünlerine ulaşma konusunda agresif yaklaşımları Japonya’yı tıpkı diğer bölge ülkeleri gibi alarma geçirmiş durumda. Doğu’da bunlar olurken, Japonya’yı süreçte endişelendiren bir diğer gelişme ise 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana hamisi olan ABD’nin ekonomik krizlerle başının dertte olması kadar, Obama yönetimiyle ABD Dış ve askeri politikasında yeni bir paradigmanın uygulanmaya konulma çabası Japonya’yı bir dış tehdit algısı olarak ortaya çıkan Çin faktörüne karşı kendi ayakları üzerinde duracak bir yapılanmayı gerekli kılıyor.
Ancak Japonya’da paradigma değişikliğinin gündeme gelmeye başladığı andan itibaren işin içine tarihi gerçeklerin de girdiği veya yeniden yer etmeye başladığı görülüyor. Bununla, tabii ki, 2. Dünya Savaşı’nda ‘saldırgan kolonyal gayelerle bölge ülkelerini işgal ve istila eden Japonya olgusunun yeniden gündeme getirilmesini kastediyoruz. Başta Çin ve Güney Kore –aslında Kuzey ve Güney Kore’nin ikisi de benzer eleştirileri paylaşmakla birlikte, Kuzey Kore’nin sesini duyuracak kanalları sınırlı olduğundan argümanlarını dinlemek mümkün olmuyor- bir daha Japon tehdidine maruz kalmak istemiyorlar. Bu nedenle, gerek küresel insan hakları kurumları, gerekse savaş mağduru olduğunu ileri süren çeşitli kesimlerin çıkışlarıyla 1980’ler 90’lar boyunca gündemde sürekli ‘Japonya özürü’ konuşuluyordu. Öyle ki, ilgili ülkeler arasında üst düzey resmi ziyaretler de dahi, öncelik, Japon tarafının savaş döneminde yaşananlardan dolayı duyduğu üzüntü ve özrü gündeme getirmesi bir ‘şart’ olarak masada tutuluyordu.
Doğu ve Güneydoğu Asya halklarını Batı sömürgeciliğinden kurtarma adıyla başlatılan askeri girişim, bölge ülkelerinin en azından bazılarında onulmaz yaralar açtı. Savaş Suçları adıyla anılan bu icraatlar, Japon ordusunca gerçekleştirilen ve bugüne kadar eleştirilere, suçlamalara, yargılamalara konu oldu. Özellikle Çin ve Kore’den gelen eleştirilere dikkat çekmekte fayda var. Bugün ekonomik gelişmişliği ile dikkat çeken Güney Kore ve son dönemde küresel güç olma yolunda ciddi adımlar atan Çin’in gerek Japonya’nın Başbakan Shinzo Abe ile başlayan milliyetçi-liberal sosyo-ekonomik açılımının getirdiği bir tür aktif dış politika ve orduda yeniden yapılanma süreçleri geçmişin izlerinin bir kez daha aralanmasına neden oluyor…
Japonya, savaşta galip gelen hasmınca elinden tutulur ve dünyanın önemli endüstrileşmiş ülkelerinden biri haline gelirken, milli gururu rencide edecek derecede savunma-dış politika kimi alanlarda ABD’ye bağımlı veya ABD’nin sınırlarını çizdiği alanlarda hareket etmeye zorlandı. Bunu bir anlamda bilerek ve isteyerek de yaptığı söylenebilecek Japonya’nın aradan geçen elli yıllık süre zarfında ekonomik kalkınmışlığı savaş dönemindeki zulmü unutturduğunu söylemek güç. Japonya’nın kazanımı bölge ülkeleri ve halkları tarafından dışlanmak değil, aksine gene ekonomik kalkınmışlığın neden olduğu pragmatiklikle meşruiyetine kuşku duyulmayan, hatta agresif maddi kalkınma gücünden ötürü hayranlık uyardırarak modelleştirilen bir ülke konumuna geldi. Bu süreçten yeterince istifade eden Çin süreci ekonomik ve askeri anlamda tersine çevirmeye çalışırken, iç kamuoyu nezdinde de Çin milliyetçiliğine dayalı bir yapılaşmayı öngörüyor. Uluslararası çevreler bağlamında da, Japonya’nın benzer saldırılarına maruz kalmış ülkelerle biraraya gelmeye çalışıyor. Böylece, Çin geçen yüzyıl başlarında ve de ortalarında Japonya tarafından maruz kaldığı ezilmişliği bir şekilde yeniden gündeme taşırken, Japonya’nın yeni savunma stratejilerinin nelere mal olabileceğinin altını çiziyor.