Mehmet Özay                                                                                              15.05.2020

Covid-19’un daha yüzünü göstermeye başladığı bir dönemde, yani Ocak ayında, etkisinin ne olabileceğine dair, en azından bölge ülkeleri ekonomileri çerçevesinde dikkat çekmiştik.

O gündem bu yana, sadece birkaç ay geçmesine rağmen, söz konusu salgın küresel bir hâl almakla kalmadı, aynı zamanda hayatın istisnasız her alanını etkileyen bir nüfuz sergilemiştir. Bu etkiden payını alan kurumlardan biri de her aşamasıyla eğitimdir.

Sadece ulusal eğitimi anlamamak gerekir bununla. Adı üstünde “pandemic” olarak anılan, covid-19 küresel etkiye neden olurken, uluslararası eğitim bunun en önemli alanlarından birini oluşturuyor.

Covid-19’u aceleye getirmek

Bazı ülkelerde alel acele denilebilecek ölçüde tedbirler gevşetilmekle birlikte, Covid-19’un halen önemli bir tehdit olduğuna şüphe yok.

Buna en önemli örnek, Singapur’da patlak veren göçmen işçilerin yaşadığı barakalarda ve Çin’de yine Wuhan’da -göz ardı edilebilecek gibi anlaşılmaya müsait olmakla birlikte, yeniden vakalar olduğu görülmektedir.

Bu sürecin henüz bitmemiş olması kendi başına önemli olduğu gibi, bunun ötesinde bu süreçle ortaya çıkan pek çok kişinin kabullenmek istemediği, kabullenmekten yana tavır koymadığı önemli değişimleri de beraberinde getirmeye devam edeceği anlaşılıyor.

Değişimin ucu akademiye dayanıyor

Bu süreçlerden biri de, akademi dünyasında ortaya çıkan değişimler. Burada sorunun karmaşıklığı adına “akademi dünyası” denilen bütünün içine nelerin girdiğiyle alâkalıdır.

Öyle ki, sıradan bir okumayla adına “akademi çalışmaları” denilen seminer tarzı oluşumların girmediği herhalde malumdur. Akademi dünyası ile kastımız, yerleşik hale gelen ve çoğunluğunun yüksek lise sınıflamasıyla anılabilecek eğitim kurumlarına gönderme yapıyoruz.

Bu kurumların gerek kendinde ve özerk yapıları, gerekse bağlı bulundukları ulus-devlet şemaları içindeki ilgili bakanlıklara, ajanslara, kurullara bağlı olarak yapılanmalarının nasıl bir değişime uğrayacağı konusunda bazı görüşler ortaya konulmuyor değil.

Açıkçası, bu kurumların bizatihi kendilerinin nasıl bir dönüşüme tabi oldukları yolunda kayda değer gözlemlerin ve bunun ötesinde düşüncelerin geliştirilip geliştirilmediği meselesi ise başlı başına bir inceleme konusudur.

Bu noktada, Doğu’dan Batı’ya küresel çapta neredeyse bir kurtarıcı olarak ortaya çıkan sanal derslerin niceliği ve niteliği üzerinde kuşku yok ki, akademik çalışmalar yapılacaktır. Bu işi, hakkıyla yapabilmenin imkânını arayanlar ile, bir tür modavarȋ yaklaşımla bunu ele alanlar arasında ayrım kuşku götürmez bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Burada tıpkı modernleşmeyle bağlantılı diğer toplumsal değişim aşamalarında olduğu gibi, kendini bir anda “teknoloji havuzunun zorunluluğu” içinde bulan akademi çevreleri, “tamam şimdi buldum” (evraka!) psikolojisiyle artık her şeyin “eskisi gibi olmayacağı” görüşünü dillendirebilmektedirler.

Ancak bu yaklaşım, öğrenci popülasyonu yüksek seyreden kurumlarca ifade edilebilecek bir alanı oluşturmuyor. Bu olsa olsa, birkaç bin öğrencisi olan, kurumsallaşması öğrenci popülasyonuna bağlı olarak, daha dar bir alanda akademik faaliyet gösteren yapılar için geçerli olabileceğini düşünmekte fayda var.

Belki de, bir elin parmaklarıyla ifade edilebilecek bu tür kurumların, öğrenci popülasyonu yüksek ve bir anlamda kemikleşmiş kurumlarınkiyle benzerlik taşıdığı yolundaki düşüncenin neden olabileceği illüzyona kapılmamak gerekir.

Öyle ki, dar alanda faaliyet gösteren akademilerin eğitim hizmetlerinin sanallığa doğru evrilen dönüşümlerini, sanki bütün yüksek öğretim kurumlarının benzer bir dönüşümü için model teşkil ettiğini düşünmek bir yanılsamadan ibarettir. Böylesi bir düşünce olsa olsa, günün getirdiği zorunluluklar çerçevesinde ortaya konulan serbest fikir atışları noktasında normal kabul edilebilir.

Teknoloji kültürü

Toplumsal yaşama damgasını vurduğu söylenen teknolojik alt yapının kendi başına her şey olmadığı, farklı safhalarıyla uzun modernleşme tecrübelerimizden biliyor olmamız gerekiyor.

Ancak bu yönde eleştirel bir tutum takınmak yerine, mevcut ortamın oluşmasına imkân tanıdığı bir tür illüzyonun cazibesine kapılır veya elde böylesi bir fırsat varken bu yönde bir illüzyon oluşturulmasına katkıda bulunmak olsa olsa, pragmatik bazı kazanımlar peşinde koşmayla eşdeğerde kabul edilebilir.

Bilgiye erişim, bilgi üretimi, bilgi paylaşımı vb. süreçlerin konvansiyonel alanında kendine yeter ve tatminkâr bir süreci yakalayamamış toplumların, “teknolojik” donanıma sahip oldukları düşüncesiyle bilgi paylaşım ve üretim süreçlerini yönetebildiklerini varsaymanın rasyonel bir tutumla örtüştüğünü söylemek de mümkün değil.

Bu çerçevede, covid-19’un küresel toplumda neden olduğu sarsıntı, neredeyse her toplumsal kurumu etkisi altına alırken, akademi dünyasının bundan kaçabileceği düşünülemez.

Bununla birlikte, bu gelişme karşısında bazı kurumların ve çevrelerin yaptığı gibi, akademi dünyasında da bir tür illüzyon oluşturma peşinde olanlar varlığını normal karşılamak yerine, sorunlu addetmek gerekiyor.

Bilgi üretimi ve paylaşımı için teknoloji bir araç olarak kullanılabilme imkânını içinde barındırmakla birlikte, teknoloji kültürünün nasıl edinileceği problemi üzerinde durmak bir zorunluluk arz ettiği gibi, bundan önce bilgi üretimine dair bir kültürel yapının olup olmadığına dikkat çekmek gerekiyor.

Hele hele, teknolojik aygıtları  küçüğünden büyüğüne “oyun” olgusuna eşdeğer algılayan toplumların, bu süreçte öğrenme edimini teknoloji üzerinden gerçekleştirme yaklaşımını dikkatle izlemek gerekiyor.

LEAVE A REPLY