2 Eylül, Pasifik Savaşı’nın 70. yıldönümüydü. Çin yönetimi gerçekleştirdiği dev gösterilerle, Japonya’nın alt edilmesi anlamına gelen bu yıldönümünü, bir ‘Çin zaferi’ olarak algılatma çabası sergiledi. Bu girişimin, Çin halkı nezdinde bir tür ‘milliyetçilik’ ruhunun pekiştirilmesine katkısı kadar, Batı’ya yani ABD’ye verilmek istenen ‘güçlü bir Çin’ mesaj mahiyeti de vardı. Vladimir Putin’in törenlere iştiraki ve Xi Jinping’in yanı başında olması da önemliydi.
Çin’in geçen Çarşamba günü gerçekleştirdiği gövde gösterisi, yüzyıllar öncesinde Çin Duvarı inşasını hatırlatıyor. Nitelik ve nicelik olarak kimilerini hayran kimilerini korku içinde bırakan tören alanını dolduran savaş ‘oyuncakları’nın, bölge ülkeleri ve de küresel anlamda geniş dünya kamuoyu üzerinde bir güven tesis edip etmediği ise tartışmalı. Kaldı ki, Çin Komünist Partisi’nin 17. Merkez Komitesi’nin 2011’de yapılan toplantısında, Xi Jinping’le birlikte Çin’in küresel imajında olumlu değişikliklere gidileceği yolundaki politikaların bugüne kadarki icraata geçirilişinin küresel anlamda ne denli cazibe merkezi oluşturmaya katkı yaptığı da şüpheli.
Oysa ki, 2. Dünya Savaşı gibi insanlık tarihinin en yıkıcı sürecinin sona ermesini konu alan kutlamaların daha farklı bir seyir takip etmesi beklenirdi. Kimileri, 70. Yıl kutlamaları dolayısıyla çatışmacı bir yaklaşımın öne çıkartıldığı iddiası yerine, Çin’in askeri gücünün ‘caydırıcılık’ olduğunu ileri sürebilir. Yaşadığımız bölgede, yani Güneydoğu Asya’da önde gelen kimi aydınların Kırım ve Ukrayna Krizlerinde Rusya’nın duruşuna haklılık kazandıracak söylemlerini, ‘Tek kutuplu dünyaya hayır’ perspektifinden gündeme taşıdıklarına tanık olmuştuk yakın geçmişte. Ancak bugün, gerek geçen Mayıs ayında Moskova’da, gerekse bugün Pekin’de başat bir savaşçı ruhu öne çıkartan anlayışın da dünyayı pek sağlıklı bir sürece taşımayacağı aşikâr. Bir yandan tüm ekonomik açmazlarına rağmen Rusya, öte yandan birkaç on yıldır tedrici olarak ordusunu sürekli takviye eden Çin’in sergilediği savaş araç gereçleri oyuncakçı dükkânına giren küçük çocuklar edasıyla algılanamaz.
Öte taraftan, Çin’in, 70 yıl önce ABD’nin girişimiyle Japonya’nın alt edilmesinden kendine ‘zafer’ payı çıkarması da oldukça ilginç bir durum arz ediyor. Savaşın hemen daha başlarında, Japonların dönemin Çin hava kuvvetlerini etkisiz hale getirmesi, SSCB’nin bir süre sonra ortalıktan çekilmesi, Mançurya’da işin ABD hava kuvvetlerince halledilmesini zorunlu kılmıştı. Ülkenin doğusundaki Jiangsu Eyaleti’ndeki Pasifik Savaşı anısına inşa edilen anıt mezarda, hayatını kaybeden havacı askerlerden 2601’inin Amerikalı ve 1456’sının Çinli olduğu dikkate alındığında, savaşın hangi ittifaklarla yürütüldüğünü ortaya koyar. Japonya’nın Pekin, Şangay ve Nanjing gibi önemli şehirlerini deniz ve kara ulaşımını tümüyle kesmesi, Çin’in kurtuluşunu ABD’nin hava indirme güçlerine endekslemişti.
Aynı şekilde, Vladimir Putin’in geçen günkü törenlerde Xi Jinping’le beraberliği, Japonya’nın Rusya’ya karşı 1905’de kazandığı zafer karşısında, “düşmanımın düşmanı dostumdur” ilkesine tekabül edecek bir duruş olarak mı okumak gerekir acaba? Öyle ya, bu savaşın -ya da Japonya açısından kazanılan zaferin-, Stalin’in komünist Rusya’sına haddini bilmesi gerektiğini öğreterek, 1940’lı yıllarda Japonya’yla ‘saldırmazlık anlaşması’ imzalamak zorunda bırakmıştı. Aynı Stalin, ABD ile işbirliği çerçevesinde, atom bombalarının indirilmesinden sadece iki gün sonra (8 Ağustos 1945) ordularını Mançurya’ya indirme ‘cesareti’ göstermesinden neşet eden bir yakınlaşmanın, Putin’in Tiannenman meydanı’ndaki törenlere iştirakini açıklayan nedenlerden biri olsa gerek.
Aynı Çin yönetiminin, İngiltere ile yıllarca süren ‘Opium Savaşları’ yıldönümünde benzer bir güç gösterisi sergile/ye/memesi de, bir diğer Asyalı millet Japonya’ya karşı beslenen ‘zayıflık’ psikolojinin ürünü. Öte yandan, savaş ruhunun öne çıktığı ‘barış kutlamalarına’, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un katılması da kafaları karıştırmış gözüküyor.
Bu noktada bir diğer hususa dikkat çekmekte fayda var. Bu yıl söz konusu savaşın 70 yılıyken, bu savaştan on yıl sonra, yani 1955 yılında Bandung’da bir konferans düzenlendi. Bu konferans, aralarında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin de olduğu Batı dünyasının geliştirdiği ideolojik ayrıştırmalara karşı, “Üçüncü Dünya” ülkeleri denilen ve yüzyıllarca sömürgeleştirilmiş topraklardan neşet eden yeni devletlerin girişimiyle gerçekleştirilen bir inisiyatifti. Soğuk Savaş yıllarının puslu günlerinde dünya kamuoyuna, özellikle Afrika ve Asya toplumlarına bır umut ışığı olan Bandung Konferansı, geçen gün Tiannenman Meydanı’ndaki görkemle anıl/a/madı maalesef.
Bu iki yıl dönümü kutlamaları arasında gözlemlenen çelişki, sadece küresel medya marifetiyle açıklanamaz herhalde. Aksine, hem Batılı ülkeler ve de özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinin bağımsızlık yanlısı, tarafsız ve barışçıl uluslarının da geçen altmış yılda nereden nereye geldiklerinin hesabını ortaya koymak açısından önemli. Bu nedenledir ki, 2. Dünya Savaşı yıldönümü Bandung Konferansı yıldönümüyle karşılaştırılmalı olarak ele alındığına pek de şahit olmadık.
Bandung Konferansı, henüz savaştan yeni çıkmış ve etkileri eski sömürge topraklarında da hissedilmesiyle, 1945-55 arasındaki on yıl içerisinde yaşanan tecrübelerden ders almayan Batı’nın bir yanda kapitalizm, öte yandan komünizm söylemiyle dünyayı bir kez daha yıkıma doğru sürükleme iştiyakına bir tepkiydi. Tabii bunu söyleyerek, Bandung’da öne çıkan liderler ve onların gelecek projeksiyonunun öyle pek abartılması yanlısı da değilim. Ancak bir ‘duruş’ ve bir ‘inisiyatif’ olarak üzerinde durulmayı hak eden; nasıl kurulduğu, kimler tarafından ve nasıl bir ümit aşıladığı ve nasıl bir sonuca ulaştığı gibi sorulara karşılık gelecek bir çalışma sürecini hak ediyor.
Unutmayalım ki, aynı Çin, 1949 Mao Devrimi’nin ardından yasaklı hale getirilmiş ve ancak Bandung Konferansı ile küresel siyasal ortamda meşruiyet zemini bulabilmişti. Ancak aynı Çin, bugün şimdilik ‘retorik’ bağlamında da olsa savaş söylemleriyle Doğu ve Güney Çin Denizleri’ne komşu ülkeler üzerinde bir güç temerküzü yapmıyor değil. Çin’e ekonomik yatırımları nedeniyle kucak açan ülkelerin Xi Jinping’in 2011’de verdiği sözü yerine getirmesini beklentisi içerisinde. Böylece Çin’i, küresel barışa katkısı çok daha kapsamlı bir şekilde ortaya konmuş olacak.