Mehmet Özay                                                                                              01.07.2021

Çin Halk Cumhuriyeti’nde komünist partisi’nin kuruluşunun 100. yılı yapılan gösterilerle kutlandı.

Devlet başkanı Şi Çinping kutlamalar dolayısıyla yaptığı açıklamalarla, Çin halkına siyasi meşruiyet, ekonomik güç ve gurur söylemleri ile yaklaşırken, bir yandan da karşı karşıya olunan zorluklar ve tehditleri ortaya koyuyordu.

Bir yandan, küresel ideolojiler yapılaşmasında kendisine edindiği yer, öte yandan bununla tezat içerecek şekilde kendine küresel ekonomide edindiği konum Şi Cinping’in, Çin halkının gurur duyması gerektiğini söylediği iki temel özelliği oluşturuyordu.

Bununla birlikte, Tayvan, Hong Kong, Tibet, Doğu Türkistan gibi bağlamlarda ortaya konulan insan hakları ihlâllerine ve Güney Çin Denizi’ndeki egemenlik iddialarına muhalif söylemelere karşı dünyanın farklı köşelerinden ve özellikle de Batı’dan gelen ve tehdit olarak algıladıkları yaklaşımları bertaraf edebilecek güçte oldukları yolundaki söylemi dikkat çekicidir.

Yüz yıllık hınç

“Kimsenin bize ders vermesine izin vermeyeceğiz” anlamına gelen cümleleriyle, 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında Çin’in özellikle, Batı karşısında maruz kaldığı aşağılanmış sürecinin sona erdiğine vurgu yapıyordu. Şi Cinping’in tonunu giderek ağırlaştırdığı anlaşılan konuşmasında böylesi bir şeye tevessül edenlerin “başlarının ezileceğini” söylemesi gayet önemliydi.

Bu söylemin, kendisinin devlet başkanlığı koltuğuna oturduğu 2012 yılından itibaren Çin’i yeni bir gelişme evrenine taşıma sürecinde özellikle, 2016’dan bu yana ABD başta olmak üzere Batı ve Batı ile ittifak oluşumunda yer alan bölge ülkeleriyle ilişkilerde gelinen noktaya gizli/açık vurgu yapması bakımından dikkat çekicidir.

Çin’in, tüm ideolojik ve kültürel handikaplarına rağmen, bugün elde ettiği başarıyı dünya kamuoyu önünde sererken, bizzat devlet başkanı eliyle sergilediği bu söylemlerin, Çin’in yanında durabilecek olan ülkeler için bile Çin’e mesafeli durmanın bir nedeni olacağını akılda tutmak gerekir.

Şi Cinping’in, söz konusu elde edilen başarıları sunarken, tüm bunları bir anlamda ideolojik derinliğe kurban etmesi, Çin’in Batı karşısında yaşadığı “yüz yıllık hınç” ile açıklamamız mümkün.

Tarihe referans

Şi Cinping, Çin’in elde ettiği siyasi, ekonomik ve özellikle de askeri güçlerinin ne anlama geldiğini, daha önce Güney Çin Denizi bağlamında tanık olduğumuz üzere, gizli/açık yine tarihe referansla ortaya koydu.

Öyle ki, ülkenin Kuzeydoğu sınırlarını çevreleyen Çin Duvarı’na (surlarını) sembolik bir yapı olarak zikrederek, herhangi bir potansiyel tehdidin somut olarak gerçekleşmesi durumunda, tüm Çin halkının tek vücud çelikten Çin Duvarı olarak karış duracağını ifade ediyordu.

Bir başka tarihi referans, ancak bu sefer yakın bir dönem olarak Tiananmen Meydanı’ydı… Şi Cinping’in kutlamalar için konuşma alanı olarak Tiananmen Meydanı’nı seçmesi, sadece meydanın genişliği ve başkenti temsil eden unsurlardan biri olmasıyla sınırlı değil.

Bundan daha da ötesi 1989 yılında ülkede reform ve demokrasi çağrısıyla yine bu meydan da yani, Tiananmen Meydanı’nda yapılan gösterilerin temsil ettiği düşünce karşısında elde edilen ideolojik zafer anlamı taşıyor.

Batı ideolojisi Çin pratiği

Çin yönetiminin iktidarın belkemiğini oluşturan komünist partisinin kuruluşunun 100. yılını gururla kutlamasına neden olan, özellikle son kırk yılın birikimsel gelişimi olarak, ekonomik liberalleşmede elde ettiği kalkınmadır.

  1. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Avrupa başkentlerinde, endüstri şehirlerinde devrim çağrıları yapan ideologlar, siyasetçiler ile başta sosyologlar olmak üzere sosyal bilimcilerinin katkıda bulunduğu ve büyük bir beklenti oluşturduğu devrim söylemleri gerçekleşmedi.

Bununla birlikte, burjuvazi-işçi sınıfı gibi kaba bir toplumsal iş bölümü ile açıklanan dönemin Avrupa toplumlarında komünizmin ortaya çıkması yerine, pek de beklenilmeyecek şekilde, bir tarım toplumu olan Rusya’da 1917 yılında karşılık bulmuştu.

Bugün, farklı bir bağlamda da olsa benzer bir şaşkınlığın Çin özelinde tanık olunduğu görülüyor.

Öyle ki, siyasi rejimi komünizme, ekonomisi liberalizme teslim edilmiş Çin’in küresel ekonominin ikinci sırasında yer alması Batı ideolojilerinin bir Doğu toplumundaki kendine özgü bir görünümü olarak dikkat çekiyor. Ve bunun hiç kuşku yok ki, büyük kitleler nezdinde şaşkınlıkla izlendiğini söylemek mümkün.

Çin dışında ve özellikle de gelişmiş Batılı liberal-demokratik toplumlarda yaşanan bu şaşkınlığa karşın, Çin bugün gururlu bir duruşla küresel kamuoyunun önünde yükseliyor.

  1. yüzyıl liberal iktisatçılar, sivil toplum ve demokrasi söylemlerini de beraberinde ele alarak gelişmekte olan Batılı devletlerin refah süreçlerinin dinamiklerini ortaya koyuyorlardı. Ancak bugün, Çin ne sivil toplumu ne demokrasisi ile böylesi bir yapı olarak dikkat çekiyor.

Kimi eski tüfek solcular ya da komünizm hasreti çeken yeni nesil, Çin komünist partisinin kurduğu sistematik, hiyerarşik yapının bir tür “demokratik” çözüm ürettiği konusundaki yaklaşımlarının ise, demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan sivil toplum yapısı ile çeliştiği gayet kendinde bir gerçek olarak karşımızda duruyor.

Modernleşmede yeni bir ayrım

  1. yüzyılın başlarında, bir anlamda modern dünyaya adım atan Çin, kurulan komünist partisiyle bu modernleşmenin siyasal yapılarından biriyle de kurumsal anlamda tanışmış oldu.

Bunun yanı sıra, tıpkı Avrupa’da olduğu gibi, siyasal modernleşmenin diğer ayağını teşkil eden milliyetçiliğin de yine o dönemlerde Çin’de varlık sergilemesini bir anlamda kaçınılmaz bir süreç olarak görmek mümkün.

Dünya’nın Batı yarımküresinde, yani Avrupa Kıtası’nda adına 1. Dünya Savaşı denilen süreç sona erer, köklü imparatorluklar yerini ulus-devletler bırakırken, aynı zamanda yine bu kıtaya özgü ideolojiler arası rekabette yeni bir mücadele evreninin yapıları oluşturuluyordu.

Bu dönemde, Doğu’da ise Japonya’nın yükselişi çoktan kendini hissettirirken, komşu Çin’de ise komünist partisi tıpkı benzerleri gibi kuruluş aşamasını tamamlıyordu.

Bu noktada, Çin’de komünist partisinin bugünkü kutlamalarının ne anlama geldiğini, sadece Çin’e bakarak değil, geçen yüzyıla ve bunun hazırlayıcısı olarak da birkaç yüz öncesine kısaca göz atarak anlamak mümkün.

Son bir yüzyıl içerisinde dünya hayal edilmedik gelişmelere sahne olurken, son beş yüz yıla damgasını vuran Batı Avrupa eksenli modern dünya yapılaşması büyük sarsıntıları da bu dönemde tanık olundu.

Adına pozitif bilimsel gelişimi, bunun felsefi alt yapısı olan Aydınlanma düşüncesinin ve bu sürecin başlangıcı ve/ya kayda değer sürdürücüsü olarak Reform hareketinin ürettiği Batı Avrupa merkezli modernite, aynı zamanda toplumsal ve siyasal devrimleriyle de ideolojilerin ortaya çıkmasına neden oldu.

1789 yılındaki Fransız Devrimi’ne kadar felsefe içinde düşünce temrinleri olarak var olan ancak, devrim sonrasının toplumsal yönelimleriyle liberalizm, komünizm, milliyetçilik olguları birbiri peşi sıra, Batı Avrupa toplumlarında ortaya çıkan dönemin sosyal sorunlarına çözüm üretme yarışı içine girdiler.

Bu yarışa, bir yandan dönemin imparatorluklar ve ardından giderek küçülen ancak, önemi imparatorluklardan geri kalmayan ulus-devletler de katıldı. Söz konusu bu süreçte, yukarıda zikredilen ideolojiler, hem ilgili ülkelerin sınırları hem de küresel bağlamda önem kazandılar.

Sömürgecilik döneminin ürettiği ve adına “sömürge modernleşmesi” dediğimiz süreç, işte bu ideolojilerin sömürge topraklarına taşınmasına neden oldu.

Bugün Çin’de somutlaşmış olan komünist ideoloji Batı’dan tevarüs eden, ancak toplumsal gerçeklik anlamında endüstrileşmiş sınıflı toplum yapısına sahip Batı Avrupa toplumsal gerçekliğinin dışında ve ötesinde, daha çok kır toplumu özelliği sergileyen Çin’de gelişme gösterdi.

Bu modern projenin bugün geldiği noktada Çin, içinde yaşanılan post-modern dönemde kendi gücü ve iradesiyle söz konusu bu ideolojinin ne şekilde devamlılık gösterebileceğini tüm dünyaya kanıtlamak istiyor.

LEAVE A REPLY