Mehmet Özay                                                                                                            12.04.2024

Çin’in son dönemde, Güney Çin Denizi sorununda Filipinler’le somut olarak karşı karşıya gelmesi, bir süredir küresel savaş senaryolarında yeri olan bir bölgede, “amaca yaklaşılıyor mu?” sorusunu sormayı gerektiriyor.

Bu durum, bölgedeki ilgili ülkelerin sıradan bir kıta sahanlığı ihlâliyle ilişkilendirilmelerinin ötesinde boyutlar içeriyor…  

Ayrıca, böylesi bir “küresel” boyutta seyredecek olası gelişmelerin, Çin’le ve Doğu ve Güneydoğu Asya sınırlarının ötesinde bir rasyonaliteye sahip olduğunu da gizli açık ortaya koyuyor.

Bu noktada sorulması gereken soru, Çin’in büyük olmanın bedelini küresel plânda ödemeye hazır olup olmadığıdır.

Çin’in gelişimi sorunu

Çin’in özellikle, 2013’den bu yana, Güney Çin Denizi (South China Sea) üzerinde çizdiği haritayı -öncelikle bölge ülkeleri nezdinde- dikte etmekle kalmadığı aksine, pratikte kendi ulusal güvenliği bağlamında güvenlik zincirinin halkalarını ‘istikrarlı bir şekilde’, tek tek örmekle meşgul olduğu bir sürece tanıklık ediyoruz.

Soruna, pek de dikkate alınmayan bir boyutuyla bakalım önce…

Küresel ekonominin iki numarası haline gelmiş ve bu ekonomik gelişmişliğinde, örneğin, Singapur, Tayvan, Japonya ve Güney Kore gibi Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinin know-how, teknoloji ve insan kaynakları tranfseri, eğitim vb. gibi alanlarda azımsanmayacak katkısı ve desteğini bulmuş olan Çin’in niçin, bugüne kadar kendi bölgesinde ortak bir güvenlik teşkil ettiremediği sorusu gayet önemlidir.

Ekonomi yeter neden (mi?)

Çin’in son yarım yüzyıla yayılan ekonomik gelişmişliğinin bugün geldiği nokta sadece, bu ekonomi olgusuyla açıklanamayacak boyutlar içeriyor.

Temelde, Çin’de ulusal güvenlik çerçevesine oturtulmuş askeri yapılanmanın rolü özellikle, son yirmi yıldaki gelişmelerle gözler önündedir.

Çin sadece, küresel üretim merkezi haline gelmekle kalmamış, elde ettiği ekonomik kazanımlarını kendini içinde bulduğunu varsaydığı güvenlik iklimini şekillendirecek bir askeri yapılanmaya yönelmiştir.

Bu durumda, daha geniş bir bağlamda, Çin’in ekonomik gelişmişliği ve bunun, askeri yapılanmasını tetiklemesiyle oluşan duruma dair, mantıklı bir bakış açısı geliştirmemiz gerekiyor.

Naif bir yaklaşıma, askeri yapılanmayı ekonomik gelişmişlik veya varsıllığı korumanın yolu olarak kabul edip, burada cümleye son noktayı koymak mümkün.

Ancak, bu durum, bize Çin’in benimsediği veya Çin’e benimsetilmiş olan bir eko-politiğin detaylarını gözmezden gelmemize yol açması gibi bir sorunu da beraberinde getirecektir.

Batı eko-politik zorunluluğu

Çin’in ekonomik büyümesinin ardından neşet eden, söz konusu askeri yapılanmasının neye tekabül ettiğini sadece, Çin’in kendi iç bünyesine, örneğin, son yarım yüzyıldır Çin’i yöneten siyasi elitin ya da bu siyasi elitin kendilerine referans olarak belirledikleri bazı tarihi vakalara bakarak anlamak mümkün değildir.

Nihayetinde, Çin’in ekonomik gelişmişliğine yol açan dinamiklerin, Çin’i böylesi bir büyümeye davet edenin, Batı düşünce sistemi -bir başka ifadeyle Batı eko-politiği- olduğunu unutmamak gerekir.

Bu durum, bize, Batı eko-politiğinde ekonomik kalkınmanın, ulusal güvenlik gibi bir ölçüde sıradan ve alelade ancak, askeri yapılanma ve bunun dışa açık yüzüyle, gayet kışkırtıcı bir boyutunun olduğunu fark etmemizi gerektiriyor.

En azından, 19. yüzyıldan itibaren kendini küresele yayarak ortaya koyan Batı Avrupa ekonomik kalkışmışlığı bir yandan, bunu ‘yüksek sömürgecilik’ süreciyle devam ettirme arzusuyla depreşirken öte yandan, bu ekonomik gelişmişliğini kanıtlama iddiasını askeri boyutlarıyla ortaya koymuştur.

Askeri güç pekişmesi

Bu açıdan bakıldığında, Çin’in, gecikmiş bir ekonomik kalkınmışlık sürecinde bugün geldiği nokta, temelde, Batı Avrupa’nın ve akabinde, Kuzey Amerika’nın tetiklediği ve sürdürdüğü ekonomik kalkınma sonrasında gelen askeri güç pekişmesidir.

Çin’de, bugün hasıl olan söz konusu bu askeri güç pekişmesini, en azından iki bağlamda ele almak mümkün.

İlki, 1991’den itibaren Amerika Birleşik Devletleri’ni “tek güç” haline getiren Soğuk Savaş (Cold War) sonrası yapılanma karşısında, “Hayır, artık dünya ‘tek güç’le idare edilemiyor” noktasına gelindiğinde, Çin’in ekonomik büyümesinin ardından, askeri güç pekişmesinin de buna doğrudan ilâve edilmesiyle, yeni bir küresel güç doğurarak böylece, bir “çift kutuplu” dünya yaratılmış olacaktır.

Bu durumda, tek kutupluluğun (uni-polarity) doğurduğu sorunlar ortadan kalkabilecek ya da en azından, naif bir ifadeyle, sorunlar rutin bir mahiyet arz edecek ancak, bu sorunlar nihai bir tehdid ortamına var/dırıl/madan sürdürülebilecektir.

İkinci durumda, Çin siyasi elitinin -bir tür inkitamcı bir ruhla- tarihe referansla kendini mevcut güç merkezleri karşısında konumlandırırken, yegâne güç olma vasfını giderek kendinde toplaması çabasıdır.

Aslında, tam da bu, Çin’in son yirmi yılda agresif olarak askeri yapılanmasının ardındaki gerçek…

Bu durum, ortada bir denge durumdan değil, Çin’e avantaj kazandırmış ya da kazandıracağı varsayılan bir dengesizlik halinden bahsetmeyi gerektirecektir.

Çin’in böylesi bir seçeği gündeme getirirken, başvurabileceği -orta ve yakın vade- tarihsel nedenleri biliyoruz.

Yani, 19. yüzyıldaki İngilizler marifetiyle maruz kaldığı Afyon Savaşları ile 20. yüzyıl’da 1930’lardaki Japon işgali süreci…

Rakip ABD

Bu her iki somut, tarihi gelişmenin aktörlerinin dışında ve ötesinde, Çin’in hedef alabileceği gücün, bugün tam da karşısında rakibi olarak yer alan ABD olduğu kesindir.

Bazı zorlamalar dışında, teritoryal ortaklığı bulunmayan bu iki ülkeyi karşı karşıya getirebilecek maddi nedenleri bölgesel ittifak güçleri bağlamında bulmak mümkündür.

Öyle ki, bu noktada, “ABD ve ABD’nin Asya-Pasifik’teki en güçlü temsilcisi Japonya ve bir ölçüde Avustralya karşısında, dengeyi kendi lehine çevirebilecek bir askeri güce ulaşmak Çin için vazgeçilmez bir öneme sahiptir” cümlesini kurmamız, en azından son on, on beş yıllık süreçte yaşanan gelişmeler açısından pek de mahzurlu gözükmüyor.

Bunun ötesinde, Güney Çin Denizi bağlamında Japonya ve Avustralya’nın doğrudan herhangi bir denklemde yer almaması, başka aktörlerin veya nedenlerin varlığını gerektiriyor.

Bu durumda, Giriş’te dikkat çektiğim üzere, Çin’in karşısına, bölgedeki dengeler içerisinde görece orta-ölçekli ülkeler sıralamasında yeri olan Filipinler’in çıkması, bu ülkenin kendi ulusal güvenliğini koruma gibi rasyonel çıkışlarının ötesinde bir bağlamı var.

Çin’in, bugüne kadar kendi bölgesinde ortak bir güvenlik sahası teşkil etmek yerine, askeri gücünü test edebileceği bir düzeye gelme çabası, temelde ekonomik kalkınmasının doğrudan bir yansımasıdır.

Nihai noktada, Çin’in bu ekonomik kalkınmasını askeri yapılanmaya dönüştürmesi içinde yer almayı tercih ettiği ya da davet edildiği eko-politik sistemin zorunlu bir sonucu olduğunu görmek gerekiyor.  

LEAVE A REPLY