Mehmet Özay 26.12.2022
‘Tarih’i bir çalışma alanı olarak ele alan araştırmacıların ve akademisyenlerin ortaya koydukları eserlerin neye tekabül ettiği sorusu, bizatihi tarih çalışmalarının ne tür bir nitelik taşıdığıyla bağlantılıdır.
Bu noktada, tarih çalışmalarının, sosyoloji (sociology) ve düşünce (thought) ilişkisinden ve bağlamından ayrıştırılamayacak şekilde kendini ortaya koyduğu veya bu şekilde ortaya koyması gerektiğine vurgu yapılmalıdır.
Tarih çalışmalarını, sosyolojik gerçekliklerden ve belirli düşünce yapılarından ayrıştırarak veya bu iki alanı dışarda tutarak ele almak, tarihi vakıaların ve olguların anlaşılmasını zorlaştıracağı gibi, aynı zamanda yanlış bir bilgilenme sürecine de yol açma tehlikesini içinde barındırmaktadır.
Böylesi bir tehlikenin varlığı, bizatihi adına ulus-devlet denilen kurumsal yapının kendine tarihte yer biçme çabasının doğal bir uzantısı olarak ortaya çıkar. Ulus-devletin felsefi arka plânını oluşturan, laik ve seküler bağlam kadar aynı ve/ya benzer şekilde dini/msi yapıların olması bu gerçeği değiştirmez.
Bu yaklaşımın zorunlu bir devamı olarak, böylesi bir laik ve seküler kimliği ve aidiyeti içselleşleştirmiş ya da dini/msi kimliğe ve aidiyete sahip tarih araştırmacıların ve akademisyenlerin tarihe bakışları ‘arızalardan’ bağımsız değildir.
Nihayetinde, ulus-devlet kendi varlığını ve haklılığını tarihe mal etme gerekliliği hissettiğinden, ilgili tarih araştırmacısının ve akademisyenin, ne denli sınırlı bir kapsama sahip olduğu gizli/açık kendini ortaya koyar.
Bu tehlikenin önemli bir yanında, hiç kuşku yok ki, tarihi geçmişi, tarihi vakıaları ve olguları sadece kendine hasrederek, kendini merkeze alma; öte yandan, -kasıtlı veya kasıtsız olarak- ötekini dışarda tutarak değerlendirme yönünde bir eğilim yer alır.
Tarih’e yaklaşım
Tarih biliminin kendine has bir araştırma ve bilim alanı olarak ortaya çıkmasında öncelikle felsefe ve ardından, diğer bilim dalları metodolojilerinden ayrıştırılmasının zorunluluğu bizi, bugün tarih çalışmalarının temelde sosyoloji ve düşünceden bağımsızmış gibi düşünülmesine yol açmamalıdır.
Tam da bu noktada, George Wilhelm Friedrich Hegel’in, “gerçek bütün olandır” sözünü hatırlamakta yarar var.
20. yüzyıl boyunca, tarih çalışmalarına yönelik metodolojik yaklaşımlar ve eleştiriler, tarih çalışmalarının sosyolojik gerçekliği ve düşünce yapılarına bağlılığı noktasında önemli veriler ortaya koyduğu söylenebilir.
Bu yaklaşımın çokça görünür yanında inter-disipliner, disiplinler-arası, multi-disipliner vb. yaklaşımın geldiğine kuşku bulunmamaktadır.
Bu noktada, tarih çalışmalarının bu iki temel sosyal bilim alanından yani, sosyoloji ve düşünce bağlamından bağımsız ele alınamayacak bir olgu olduğu üzerinde gayet derinlikli bir şekilde durmakta yarar var.
Bu çerçevede, mikro tarih veya makro tarih çalışmalarının her biri temelde, bir toplumsal yapının farklı boyutlarda ancak, aynı veya benzer niteliklerle örüntülenmiş haline tekabül ettiği gibi, söz konusu toplumsal yapının ilgili ilişkiler ağında bir düşüncenin veya düşünce silsilesinin varlığını da gerekli kılmaktadır.
Sosyolojinin ve düşüncenin tarihi vakıaları ve olguları yapılandırmalarındaki bu içiçe geçmişliği bizi, bizatihi bu üç alanın ayrıştırılamayacağı gerçeğine götürür.
Bir sosyal bilim çalışma alanı olarak tarih çalışmalarının yaslandığı bir toplumsal yapıya veya ilgili toplumsal yapının belirli ögeleri üzerine yönelmesi, onu aslında tastamam ilgili toplumsal yapının veya döneminin veya ele aldığı aktörün/aktörlerin düşünce yapılarının ele alınması anlamı taşır.
Anlatıcı/hikayeci bağlamın açması
Bu noktada, tarih çalışmalarında ortaya konulan yöntem bilimlerden özellikle kronolojik, anlatıcı/hikâyeci bağlamların ne tür bir tarih algısı oluşturduğu eleştiriye açıktır.
Öyle ki, bu tür bir tarih metodolojisi uygulayan araştırmacıların ve akademisyenlerin, toplumsal olmanın gereği olarak var olması beklenen sebep ve sonuç ilişkileri ile söz konusu bu sebep ve sonuç ilişkilerinin oluşumuna zemin hazırlayan, belirli bir düşünce yapısını (weltanschauung) göz ardı etme yönündeki -bilinçli ve/ya bilinçsiz- güçlü eğilimleri, tarih çalışmalarının eleştirilmesindeki ana argümanı teşkil etmektedir.
Bu çerçevede, ortada aşılması gereken iki temel husus bulunmaktadır. İlki, mikro veya makro boyutta olsun, tarih’te ortaya çıkan bir ilişkinin sadece ilgili kişi ve toplum; kurum ve kuruluş; vakıalar (circumstances) ve olgular (phenomena) arası ilişkilerle sınırlı olmadığıdır.
Buna ilâve olarak, bir yandan söz konusu bu ilişkilere yol açan sebepler ile öte yandan, bu ilişkilerin ardından ortaya çıkan sonuçlar silsilesinde, bizi düşüncenin nerede olduğu sorusunu sormaya iter.
-Mikro ve/ya makro boyutta olsun- tarih çalışmaları, kuru, bağlantısız kendi başına bütünlükler değildir. Aksine, tarih çalışmaları, ilgili toplumların üretken bir şekilde birbiriyle bağlantılı, bir tür biyolojik devamlılığının anlaşılmasını zorunlu kılar.
Nihayetinde, geçmişin bir evresinde tekil boyutuyla ortaya çıkan bir vakıa ve/ya olgu ile ya da Braudelian yaklaşımla uzun dönemli tarihsel bağlamların ele elınmasında düşüncenin önemi, iki yönlü olarak ortaya çıkar.
İlki, yukarıda kısaca değinildiği üzere, ilgili vakıa ve olgunun veya vakıalar ile olguların ardında bir düşüncenin (thought) olmasıdır.
Bir başka deyişle, vakıa/lar ve olgu/lar ilgili dönem/ler, kişi/ler ile toplumsal grupların ve yapıların sahip oldukları düşüncelerinin doğrudan veya dolaylı ürünleri olarak tezahür eder. Doğrudan ve dolaylılık olguları, bizatihi kendi içlerinde kasıtlılık ve niyetlilik taşıdığı gibi, bazı vakıaların ve olguların bu kasıtlılığın ve niyetliliğin dışında gerçekleşebileceğine gönderme yapar.
Tarihçi ve düşünce
Düşüncenin ikinci varlığı ise, tarihi bir dönemi veya dönemleri ele alan tarih araştırmacısının, belirli bir ‘düşünce yapısı’na dayanmak suretiyle sahaya inmesiyle yani, araştırmasını gerçekleştirmeye başlamasıyla ilintilidir.
Zihninde herhangi sağlıklı, köklü, yapılaşmış bir düşünce yapısı taşımayan bir tarih araştırmacısından ortaya koyması beklenen tarih çalışmasının ya da açıklamasının, önemli bir eksikliği içinde barındıracağına kuşku yoktur.
Tam da bu noktada, yukarıda dikkat çekilen Braudelian yaklaşımın devamlılığı olarak, 20. yüzyıl ikinci yarısı boyunca Batı Avrupada Jürgen Habermas, Niklas Luhmann ve Michael Foucault tarafından ortaya konulan çalışmalarda tarihe bakışın, böylesi bir arka plâna sahiptir.[1]
Burada dikkat çekilen husus, belirli bir ‘düşünce yapısı’nın tarih araştırmasında uygulanacak teori/ler ve metodoloji/ler ile bir bağının olduğu göz ardı edilmemekle birlikte, düşünce yapısı bu ikilinin dışında bir anlama tekabül eder.
Tarihi vakıaların ve olguların sosyal gerçeklikler ürünü olduğu ve bu sosyal gerçekliklerin de düşünce süreçleriyle bağlantılı olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesi, tarihe bakışımızın ne denli sorunlu olduğu sonucuna götürür. Ortaya konulan onca çabaya rağmen, tarihi anlama noktasındaki zaafiyetin, bu temel yaklaşım ve tutum noksanlığına dayandığına kuşku bulunmamaktadır.
[1] Cevat Erez. (2019). “Türkçe Çeviriye Takdim”, Sosyoloji’nin Öncüleri: Montesquieu ve Rousseau, Emile Durkheim, (Çev.: Mustafa Gültekin; Büşra Aycan; Büşra Uçar), İstanbul: Dedalus, s. 9. (7-10).