Mehmet Özay 06.04.2024
Bu başlık, belirli bir tepkiselliğin değil, Müslüman toplumları anlamanın ve yaşanan sorunlar karşısında, Müslüman toplumların siyasal ve toplumsal olarak nereye getirildiğinin bir ifadesi olarak görülmelidir.
Bir başka ifadeyle, Müslüman toplumların sorunlarını anlama noktasında, bir öz eleştirinin (self-critic) sürecinin, ciddi olarak uygulamaya konulması önerisi olarak da alınabilir.
Münafıklık
Burada ‘münafıklık’ın anahtar kelime olarak kullanılması, yaşanan sorunlarının ciddiyetine yönelik sembolik bir göndermedir.
Bir inanç olgusu olarak, ‘münafıklık’ olgusunun kabul edilmeyen, hatta üstlenilmeyen, sürekli ötekine yamalanan bir sıfat olarak gündeme gelmesinde şaşılacak bir husus yok.
Bununla birlikte, Müslüman toplumların tarih boyunca gelişim serüvenine baktığımızda, karşımıza sürekli bir aksaklığın, sürekli bir yoksunluğun ve nihayetinde, sürekli bir duraklama ve gerileme süreçlerinin çıkması karşısında, “sorun nerede?” sorgulamasının yapılmadığı da söylenemez.
Adına reform, yenileşme, diriliş vb. denilen süreçler bizatihi bunun göstergeleridir…
Yukarıda dikkat çekilen soruları birbiri ardına sıralarken, İslam’ın dünyada bir “cennet” yaratma idealinde olduğunu söylemek istemiyoruz.
Aksine, bir genelleme olarak, tarih boyunca İslam toplumlarının, tabi oldukları iddiasındaki İslam dininin, bir toplumu inşa etmedeki önemli söylemlerinin, anlamının ve karşılığının akamete uğratılmış olmasından, hatta bu anlamda, manipüle edilmişliğinden söz etmek mümkündür.
İyiliği emir, kötülüğü men
Burada dikkat çekilmek istenen husus, Müslüman toplumların hem, İslam inancından neşet eden ve hem de, insan fıtratında var olan husussiyetler nedeniyle toplumsallaşmanın gereği olarak düşünülüp, kendisine ulaşılabilecek bir unsurun yani, iyiliği gündeme getirmenin, kötülük denilen olguya dikkat çekmenin, ne denli sağlıklı ve sürdürülebilir bir şekilde uygulamaya konulduğuyla ilgilidir.
Burada söylenmeye çalışılan husus, Müslümanların, İslam düşünce sistemi içerisinde gayet önemli bir yeri olan ve pratikte mutlaka karşılığı olması beklenen argümanlarından biri olan, “emr-i bi’l ma’ruf wa nahy’il an’il munker”in ilk bölümünü yani, “emr-i bi’l ma’ruf” üzerine durup, ikinci bölümünü yani, “nahy’il an’il munker”i bir kenara bırakmak zorunda bırakılmaları durumudur.
Biraz daha açık ifade etmek gerekirse, İslam’ın bir din olarak ve bu dinin, felsefi ve sosyolojik yaklaşımının en güzel ifadelerinden biri olduğu söylenebilecek, “iyiliği emir, kötülükten nehy” ilkesinin, Müslüman toplumlarda egemen yapılar veya sekteryan oluşumlar vb. tarafından ne denli manipüle edişmişliği üzerinde durmak gerekiyor.
Ben bilirimcilik
Bu husus, belki adına kurumsal yapılar diyebileceğimiz örneğin, siyaset kurumu içerisinde hanedanlıkların teşkilinde; fıkıh, kelam ve Sufizm gibi ekollerin, kendi aralarındaki ayrışmacı ve ötekini dışlayıcı tutumlarında; kabilevi (tribal)-ve bazılarının, çokça sevdiği ve zikrettiği üzere İbn Halduni asabiyyeci, hizipçi yaklaşımların -tıpkı İbn Haldun’un anlatılarını dinlediği ve bizatihi tanık olduğu 13. ve 14. yüzyıl Kuzey Afrikası’nda gayet net bir şekilde gözlemlenen yıkıcılığa kadar varan düşünce yapıları sistematiğinde; ve son yüz, yüz elli yıllık dönemde Müslüman toplumların giderek kendini öteki Müslümanla ayrıştırmasının aracı haline dönüşen cemaatçiliğin (sectarianism) bize, İslam’ın bütünleştirici toplumsal ve siyasal yapısına dair anlamlı, kapsamlı bir bilgi sunduğunu söylemek mümkün değildir.
Yukarıda zikredilen ve bir bölümü seküler alanlar dışında bizatihi, İslam bilimleri çerçevesinde gündeme getirilen, biri ötekine alternatif olarak çözüm iddiasındaki oluşumların, kurumların ve gelişmelerin tarihsel olarak Müslüman toplumların sorunlarına çözüm bulmaya yönelik yaklaşımlar olarak değerlendirmek ve bunun dışında, küresel toplumlara bir alternatif yaşam olarak sunmak mümkün müdür?
Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, çözüm bulmaya yönelik bu yaklaşımların, öyle pek ciddiye alınır bir tarzda, ‘Müslüman toplumun bizatihi kendi içinden çıkan tekil aktörler yani, hocalar, düşünürler vb.; gruplar yani, hizipler, cemaatler ile bunların ana akımlaşmasına yani, siyasal ve toplumsal süreçlere yön veren otorite konumuna yükselmeleri karşısında, ne türden meşru bir başarı ve adil ve arzu edilebilir bir toplumsal sistem tesis edip etmedikleri üzerinde durulmaya değerdir.
Yanlışa ‘Evet’ demek
Uzun tarihsel süreçler boyunca, gündeme gelen söz konusu bu oluşumların, yapıların ve kurumların, Müslüman toplumların gayet önemli bir bölümünün, var olan “yanlışa ‘Evet’ demek” mecrubiyetinde bırakmış olduklarına tanık olunuyor.
Bunu anlamak ve anlamlandırabilmek için iki yöntem önerisinde bulunabiliriz.
İlki, farklı coğrafyalardaki Müslüman toplumların birbirleriyle karşılaştırılması. İkincisi ise, Müslüman toplumların adına ‘öteki’ diyebileceğimiz, Müslüman olmayan gayet farklı kültür ve medeniyet boyutlarına sahip toplumlarla karşılaştırılmasıdır.
Bu her iki yöntemin varlığının aslında, bir yeniliğinden bahsetmek yerine, geçmişte erken dönem İslam toplumlarından itibaren, şu ya da bu şekilde uygulanageldiğini söylemek mümkündür.
Hatta, insan fıtratının -veya antropolojik olarak insan toplumlarının ortak bir özelliği olarak-, Müslüman olmayan toplumların var olma süreçlerinde de, ilgili toplumlarca pratiğe geçirildiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Tam da bu noktada, acaba, Müslüman toplumların yaşadığı gayet önemli siyasal, toplumsal ve kültürel sorunların -ve günümüzde gayet katılaşmış haline tanık olduğumuz bu hususların- temelinde, bu durumun yani, “yanlışa ‘Evet’ demek” mecrubiyetinde bırakılmış olmanın temel bir sorun olup olmadığını üzerinde durup düşünmek gerekiriyor.
Müslüman toplumları monotilik bir yapı olarak düşünmek, hatta bir tek milletin kendi tarihi sürecinde İslamla ilişkisini monolitik bir düzeye oturtmak mümkün değildir.
İslam’ın bir tek bireye ve insan toplumuna neler vaad ettiği, neler talep ettiği, neler öngördüğü vb. hususlar ‘Tevhid’ yani, Tek Yaratıcı kavramı ile açıklanan kendine özgü yapısı dışında, söz konusu insan toplumlarının nerede ve nasıl yaşam sürdükleri vb. gibi tarihsel ve kültürel yapılaşmaları içerisindeki gelişmelere bakmakla anlaşılabilir.
İslam tarihi içerisinde, erken dönemde gündeme gelen hanedanlıklardan başlayarak, günümüz cemaatçi oluşumlarına değin, Müslüman bireylerin ötekine karşı tutum ve davranışlarında “iyiliği emretmenin” veya iyi olduğu varsayılan hususları gündeme getirmenin bir kriter olarak değerlendirilmesine karşılık, “kötülükten men etme” konusunda bir kimsenin veya grubun, hizbin, partinin, oluşumun vb. ötekinin söylem ve yaklaşımını reddiyeci, dışlayıcı, sınırlar çizici, yok sayıcı vb. bir tutum ortaya konulmaktadır.
Temelde bu tutum, İslam’ın gündeme getirdiği, “iyilik ve kötülük” dikotomisinin aşılmasında bir parametre olan sağlıklı tutumun pratiğe geçirilmesine mani olunmasıyla, Müslüman toplumları ne denli derin tutarsızlıklarla karşı karşıya bıraktığını tarih ve günümüz örnekleri bize göstermektedir.