Adil Yurtkuran – Kuala Lumpur
Ulusal medyanın bir zamanlar önde gelen öncü güçlerinden olan bir gazetede Açe’den bir ‘kırbaç’ hikâyesine yer verdiğini bir arkadaşımın gönderdiği bir mesajla öğrendim. Gerçi bu haberi bir iki gün önce mevzunun geçtiği ülke basınında görmüş ve önemsememiştim. Önemsememe nedenlerimden ilki, yaşadığım bir bölge olması dolayısıyla söz konusu uygulamayı biliyor olmam. İkincisi ise, konunun uygulandığı bölgede toplumun ve yönetimin ele alışıyla, örneğin ne Singapur medyasında ne de yeni keşfedildiği anlaşılan Türk medyasında bir bağlamının olmamasından kaynaklanıyor.
Ancak soru arkadaşımdan gelince, “Demek ki iş Türkiye’de konu farklı bir bağlama oturtuluyor.” dedim. Kendisine konuyu açıkladıktan sonra, kısa bir yazıyla genel kamuoyunda ilgilenebilecek kesimleri ‘aydınlatma’nın faydalı olacağını düşündüm.
Söz konusu gazetede ve akabinde diğer başka yayın organlarında çıktığı ve şu veya bu şekilde ortalığı velveleye verme amacı taşıdığı gözlemlenen haberin içeriği noktasında açıkçası benim endişelenmeme mahal bir durum olmadığı gibi, Açelilerin de yok… Üstüne üstlük, bu tip ‘iki klavye vuruşu becerisine’ sahip, konunun önünü arkasını bilme gibi bir istek ve sorumluluk taşımayan kişilerin gündeme taşıdığı ve bundan da gayet haz aldığı anlaşılan velvele türü haberler karşısında savunma veya saldırı pozisyonuna ise hiç mi hiç girmeye gerek yok. Bu noktada, biraz antropoloji-sosyoloji ile toplumun inanç bağlamı, tarihsel süreçleri gibi yaklaşımları yerli yerine oturttuğunuzda, Türkiye’de yayınlanan gazetenin Açe’deki ‘toplumsal gerçekliğe’ kendince biçmek istediği yaklaşımın eğrisini doğrusunu kavrayabilirsiniz. Ve böylece konuda gayet anlaşılabilir bir hâl alır.
Hadi diyelim ki, Malaycanız yok bölgede çıkan kayda değer eserlere ulaşamıyorsunuz, okuyamıyorsunuz yüz yıl önce yazılmış ve halen ilmi gayreti ve içeriği ile bir anlamda popülaritesi de devam eden Dr. Snouck Hurgronje’un tüm oryantalist yaklaşımlarına rağmen, ‘The Acehnese’ adlı eserine ya da diğer bazı temel bilgi kaynaklarına ulaşmanız bile ‘bir tıkla’ mümkünken, böyle bir sorumluluğu yerine getirmekten acizlik sergilenmesinin sorumlulukla bağdaşır bir yanı yok.
Sorun ne?
Aslında ortada sorun yok… Sorun, Türk basınının belirli bir kesiminin ve bunun yansıması olduğunu düşünebileceğimiz bir toplumsal kesiminin, yedi sekiz bin kilometre ötede Sumatra Adası’nın kuzeyinde 55.000 km’lik bir toprak parçası üzerindeki Açe Eyaleti’nde İslam hukukunun bir cüz’ünün uygulanmasını sözde kendi ‘normlarına’ göre ölçüp biçmesi, vak’anın geçtiği toplumu ve değerlerini yerli yerince anlayıp aktarmak yerine es geçmesidir.
Aslında bu ‘medya yapılarının’ bilgi ve anlama gibi bir dertleri olup olmadığı da gayet tartışılabilir bir husustur. Birileri kalkıp, ‘Efendim medya, bilgilendirme yapmaz, sadece enformasyon verir.’ diyebilir. Bu da cahilliğin bir başka yönü… O zaman bilmediğin konuda, muhatabınızın veya üçüncü şahısların yanlış anlaşılmasına yol açacak durumlarda ‘enformatik cehalette’ bulunuyorsunuz derler adama. Yukarda dedim ya, bir göz ucuyla şöyle geçilecek bir konu benim için. Ama neyse arkadaşımın kışkırtmasıyla dedim hele bir şeyler karalayayım.
İşin saded kısmı…
İlki şu ki, Açe’de İslam hükümlerinin cezai müeyyidelerinin uygulanması toplumsal bir talep. Açe halkının kahir ekseriyetinin arzusu ve isteğiyle, tarihsel birikim ve gelenek, dini inanış ve yaşam tarzı olarak bugün içinde yaşadığımız zaman diliminde Açe topraklarında İslam hükümleri uygulanmaktadır. Ceza-i müeyyidelerden bir cüz olarak ‘kırbaç’ bir cezalandırma aracı olarak kullanılmaktadırd. Buna bir itirazı olan varsa, bu itirazı sadece bu ‘tekil ceza-i müeyyideye’ değil, Açe toplumunun yaşam tarzına, tarihsel birikim ve geleneğine, dini anlama ve uygulama biçiminedir. O zaman sorarlar “Kardeşim sen kimsin? Ve bu sorgulamayı ne hakla ve ne için gündeme getiriyorsun?”
Hadi diyelim ki, çok meraklısınız ve kalkıp “Aman nasıl olur ‘kırbaç da neyin nesi diyebilirsiniz?” sorusunu yöneltebilirsiniz. Bu sizin elbette ki, özgür mü özgür seçeneklerinizden biri. Ancak nasıl sizin bu özgür mü özgür seçenekleriniz varsa, Açelilerin de kendilerine ait bireysel-toplumsal ve yönetimsel özgür mü özgür alanlarında neyi nasıl yapacaklarına dair karar verme hakkı vardır. Burada şu hususun acilen bilinmesinde fayda var. Açe’de ne belirli bir azınlık grup bu ya da benzeri uygulamaları topluma dayatıyor, ne dışardan eli silahlı bir grup gelip Açelilere bunu dayatıyor. Ortada var olan tastamam Açe toplumsal yaşamının bir doğal sürecidir. Bu bir toplumsal sözleşme maddelerinden biridir aynı zamanda. Bu toplumsal sözleşmede deniliyor ki, “Açe topraklarında yaşayan biz Müslümanlar olarak, ‘şu şu şu gerekçe ve dayanaklarla bu ceza-i hükümleri uyguluyoruz.” Bir diyeceğiniz var mı?
Kaldı ki, bu hususta karar verici olan Açe’de dini ilimler noktasında mesafe kat etmiş kişiler ve diyelim ki bölgede ve dünyadaki muadilleridir. Bu kişilerin de konuyla ilgili ne gibi yaklaşımlar geliştirdiklerini, ne tür tartışmalar yaptıklarını bilmiyorsunuz. Bu ceza-i uygulama bir ‘biçimdir’. Yarın öbür gün Açe’de dini alanda saygın ve yetkin kişiler bu alanda yapacakları çalışmalar sonrasında bu ceza-i biçimde bir değişiklik öngörebilirler.
Ancak şunu anlamamakta ve hangi damardan neşet ettiğini bilemediğim bir ısrarda kendinizi zorluyorsunuz ve kendinizi kahrediyorsunuz. Gerek yok bunca ‘öz’ ve ‘benci’ acı ve işkenceye. Salıverin kendinizi bilimin ve toplumsalın gerçekliğine… Böylece ulaşın Açe’deki uygulamanın nedenine…
İmdi…
Açe denilen bu topraklar 21. yüzyılın başlarında yani, 26 Aralık 2004 ve ardından Açe Özgürlük Hareketi ile Endonezya merkezi hükümeti arasında 15 Ağustos 2005’de imzalanan Helsinki Barış anlaşmasıyla uluslararası gündeme gelmiş olsa da, Açe ve Açeliler neredeyse bin yıla varan bir süredir o topraklarda yaşam sürüyor. Bu yaşamı anlamlandıran ‘yüce’ düşüncesi ile bu yücenin toplumsal ilişkileri belirleyen kurallar bütünü İslam hukukunda karşılığını buluyor.
Bir öncesine gidelim…
1950’li yılların başlarında DI-TII yani, ‘Endonezya İslam Devleti’ hareketine mündemiç o dönemin ‘etnik toplumsal yapıları’ içinde Açe de vardır. Açe’deki hareketin başında Davud Beureueh vardır… Ve hareketin amacı, bağımsızlıkta Müslümanlara verileceği vaad edilen birtakım hakların verilmemesi üzerine Sumatra Adası’nda, Kalimantan ve Cava’da belli etnik yapıların mensuplarının taleplerini dönemin şartlarına uygun bir şekilde gündeme getirmeleridir.
Bir öncesine gidelim…
26 Mart 1873 tarihinde Hollanda sömürge yönetiminin Açe topraklarını işgal ve istila etmeye başlaması karşısında neredeyse ‘tek bir ferdi hayatta kalana kadar ‘kafir’le savaşan Açelilerin yegâne gayesi adına ‘vatan’ denilen ve İslamiyetin tüm toplumsal ilişkilere sirayet etmiş varlığıyla anılan toprakları kafire peşkeş çekmemektir. Zaten Açelilerin bu savaşa verdikleri adlardan biri de ‘Kafir Savaşı’ denmesi buna dayanır. Sadece ‘kafire’ karşı değil, aralarında ‘vatan’ı peşkeş çekmeye yeltenenlere de gereken karşılığı vermekten geri kalmamışlardır. Kimi araştırmacılara göre 40, kimilerine göre 70 yıl süren bu uzun mücadele dönem dönem ortaya çıkan liderlerin sayısı çoktur. Ancak biri var ki, ‘Cik Teungku Muhammad Saman Tiro’dur.
Bir öncesine gidelim…
İslam coğrafyasında kadın sultanlar dönemleri vardır ki, bunun ilginç bağlamlarından biri Açe’de geçmiştir. 1641-1699 yılları arasında dört kadın sultanın yönettiği Açe İslam Devleti’nde 1661’den itibaren şeyhülislam olarak görev yapan Abdurrauf es-Singkili dönemin siyasi ve toplumsal ilişkileri çerçevesinde ard arda kadın sultanların tahtta çıkmasına cevaz vermiştir…
Tüm bunlar Açe’de gelenek-din ilişkisinin nasıl iç içe geçtiğinin, toplumsal gerçekliğin dini bağlamı ile ilişkisini açık seçik uzun tarihi dönemler bağlamında ortaya koymaktadır.
Kestirmeden gideyim… Kimi toplumlarda örneğin gelenek öne çıkartılır dini inanç ötelenir ya da tam tersi, inanç öncellenirken gelenekle ilişki neredeyse yok sayılmaya kadar giden bir dışlanmaya maruz kalır. Bilinen yazılı kaynaklar bağlamında Açe’den 17. yüzyıl başlarından bu yana ‘gelenek ve din’ birbirinden ayrılmaz, kopmaz bir bağ haline gelmiştir. Bundan kasıt, dini inanç Açeli denilen toplumun ilmiklerine kadar işlemiş ve bu ilmiklerin pek çok yerinde geleneksel olgularla paslaşmış, beslenmiş, bir olmuştur.
Diyeceğim o ki, o gazetede Açe haberini ‘çeviren’, kendince ‘algı oluşturmaya matuf’ kelimeler seçen gazeteci arkadaş ve muadilleri ile konuyu yansıtmaya çalıştığı toplumsal kesimlerin ‘ön yargılarını’ hazırlamalarına ön ayak olurken, şunu unutmuşa benziyorlar. İçinde yaşadığı toplumun kurullar manzumesine ‘karşı geldiği’, sınırları aştığı için kırbaçla cezalandırılan kişinin işlediği suçun ayırdına vardığı, bu ceza ile kendini her neyse o günahtan temizlediğine dair bir inancı yok mudur acaba? Ceza alırken ‘suçlu’ kişinin attığı çığlığı bir tür kurtuluş vesilesi olarak algılayıp algılamadığını da bilmiyoruz. Bunu ifade eder veya etmez. Bunun idrakindedir veya değildir…
Tüm bu yukarıda söylediklerimi bir kenara koyun… Açe’de İslami hüküm taleplerinin, 2002 yılı Eyalet’te savaşın sürdüğü en olmadık dönemde merkezi hükümetin ‘milliyetçi’ kanadının bir bahşettiği bir ‘uygulama’ olduğunu da söyleyelim. Bugün bu hükümler arasında var olduğu görülen ‘kırbaç’ araçsallaştırmasının bunun bir sonucu olarak gündemde yer işgal ettiğini ve bunun da Açe’yi hem ulusal hem uluslararası düzeyde ‘gözden düşürebilmenin’ bir tür aracı kılınmak istediğini varsayabilir miyiz?
O haberi yazan ve güya Açe toplum adına ‘hüzün’ içerisinde olduğu intibaı veren kişiye ve muadillerine şunu demek gerekir ki, “Siz içinde yaşadığınız toplumsal olgular, kurallar ve algılar muvacehesinde özgürlüklerinizi sonuna kadar kullanabilirsiniz. Ancak bir başka toplumun tarihsel, toplumsal ve siyasal gerçekliklerine vakıf olmaksızın o toplumun değerlerine ve uygulamalarına müdahaleyi bir hak olarak göremezsiniz.” Bu güruh ve diğerleri önce derslerine iyi bir çalışmalı ve haberleriyle ancak o zaman kamuoyunun önüne çıkmalı.