Mehmet Özay 25.02.2024
Müslüman toplumların geri kalmışlığı meselesinin, her türünden olmak üzere, günümüz tartışmalarının temelini teşkil ettiğine kuşku yok.
Bu noktada, adına genel itibarıyla, sosyal ve fen bilimleri denilen ve bu alanlar içerisinde gerçekleştirilen bilimsel faaliyetler (scientific activities), araştırma kurumları (research institutions) ve bu süreçleri destekleyen fon sağlayıcı kuruluşların (funding institutions) varlığı ve bunların etkinlikleri bizatihi, ‘araştırmaya’ konu olması gerektiğini yüksek sesle dile getirmek gerekiyor.
Temelde, olumlu bir bağlama vurgu yaptığı anlaşılan ve bilimle, bilim üretimiyle iştigal eden akademi dünyası olgusunun olumlu yanlarından biri, araştırma olgusuna verdiği önem ile bu araştırmaların sürdürülebilir bir şekilde ortaya konmasını sağlamaya yönelik imkânları araştırmacıların hizmetine sunmasıdır.
Bu durum bize, akademi dünyasının işsizlere istihdam sağlama dışında ve ötesinde, çok daha anlamlı bir rolü ve işlevi olduğunu gösteriyor.
Peki bu durumda, yaşanmakta olan gerçeklikler bize ne söylüyor?
Çıkar çevreleri ve bilim
Yüksek öğretim kurumlarının ve araştırma enstitülerinin, toplumun belli kesimlerini beslemenin veya işsizlere istihdam sağlamanın ötesinde, kendinde bir anlamı olduğunun fark edilmesi, bize bu ve ilgili kurumlar ile bu kurumlarda yer alan bireylerin bilimsel çabalarının yapısallığı konusunda bir fikir veriyor.
Bu kurumların, sosyolojik anlamda, -adı ve kimliği her ne olursa olsun- çıkar çevreleri olarak adlandırılan yapıların tekeline terk edilmesi, adına bilimsel denilen faaliyetler, bu faaliyetleri ortaya koymada araçsallık niteliği taşıyan araştırma ile bu süreci destekleyen fon sağlayıcılık gibi rol ve işlevlerin sağlıklı bir şekilde sürdürülebilirliğine, ciddi anlamda halel getireceğini unutmamak gerekiyor.
Günümüz Müslüman toplumlarında bilim, bilimsel faaliyet, araştırma, araştırma süreçlerinin fonlanması vb. süreçlerde karşı karşıya kalınan sorunların temelinde, böylesi bir yapılanmanın varlığına dikkat çekmek akademik bir zorunluluk ve sorumluluk olarak değerlendirilmelidir.
Bu yaklaşım bize, günümüz Müslüman toplumlarında bilim, bilimsel faaliyet, araştırma, araştırma süreçlerinin fonlanması vb. süreçlerde var olan tüm girişimlere rağmen, niçin arzu edilen adımların sağlıklı bir şekilde atılamadığı, atılan adımların kısır ve kadük kaldığı, sürdürülebilir bir nitelik taşımadığını anlamamıza imkân tanıyacaktır.
Bu noktada, evreni geniş tutarak söylemekte fayda var ki, “Fas’tan Endonezya’ya kadar” söylemine içkin olan modern dönemdeki Müslüman toplumların egemen siyasal varlıklarına karşılık, bu oluşumların bilim, bilimsel faaliyet, bu faaliyetlerin ortaya çıkmasını sağlayan araştırma ve bu araştırmaları mümkün kılan kamusal ve özel fonların sürdürülebilir bir şekilde ortaya konulmaması üzerinde durulmayı hak ediyor.
Bilim, bireysel çaba ve kurumsallaşma
Bilimsel faaliyetlerin ve genel itibarıyla bilimin gelişmesinde, kurumsal anlamıyla ‘yüksek öğretim’ ve ‘araştırma’ olguları öncesinde bireysel çabaların ve bunların sürdürülebilir bir şekilde ortaya konmasının; farklı coğrafyalardaki benzeri ve/ya aynı yöndeki adımların ve bunların zamanla birbirleriyle etkileşimlerinin ve hatta, tarihsel şans denilen olguların ve süreçlerin katkısı göz ardı edilemez.
İnsan düşüncesinin merak, anlama, öğrenme, icad etme, uygulama gibi basamaklarıyla adına taksonomi (taxonomy) denilen süreçleri hayata geçirmesi modern dönemde, Batı Avrupa’da bilimlerin sınıflandırılmasıyla yapısal bir özellik kazanmıştır.
Bu noktada, 19. yüzyıl başlarından itibaren sosyal ve fen bilimler çatısı altında gelişme gösteren bilimsel alanların, kurulu yüksek öğretim kurumları bünyesinde veya özel araştırma kurumları bağlamındaki faaliyetleri bugün adına, “gelişmiş Batı medeniyeti” dediğimiz olgunun ortaya çıkmasındaki son aşamaya tekabül eder.
Bu kısa yazı, uzun dönemleri ele almaya müsait olmadığından vurguyu, özellikle 19. yüzyıl başlarına tarihlenen bilimlerin tasnifi ve kurumsallaşmasına olarak belirlemek gerekiyor.
Bilimsel/lik dışılık ve geri kalmışlık
Müslüman toplumların, ilginç bir şekilde, -her ne kurumsal yapıda olursa olsun-, geri kalmışlığı söyleminin başlangıç noktası da, 19. yüzyıl başlarından itibaren gündeme getirilmesini yabana atmamak gerekiyor.
Bunun, yukarıda dikkat çekilen ve bilimsel anlamda gelişmiş ve/ya o dönemler itibarıyla gelişmeye yönelik önemli adımlar atmış olan, Batı’yla karşılaşmanın sonucu olarak gündeme taşınması gayet manidardır…
Bu noktada, yine her ne kadar, Müslüman toplumların geri kalmışlığını, 19. yüzyılla başlatmanın karşı karşıya kalınan sorunu gayet basitleştirme anlamına geldiğini, diğer bazı yazılarımda olduğu gibi burada da tekrarlamak istiyorum.
Müslüman toplumların, geç yakaladığı anlaşılan modern bilimsel faaliyetler ve bu süreçleri yürüten kurumsal yapılarla iştigal etme, bilimsel kurumların teşkili ve bunların devamlılığı, sadece eğitim-öğretim kurumları olarak yapılanmayla ilgili ve sınırlı değildir.
Aksine, bunun dışında ve ötesinde, söz konusu yüksek öğretim kurumlarında bilgi üretmenin temelini oluşturan, araştırmaya ve bu araştırma süreçlerini sürdürülebilir bir şekilde desteklemeye matuf girişimlerin eksikliği ve zayıflığıdır.
Hatta, biraz daha eleştirel olarak söylemek gerekirse, velev ki, şu veya bu şekilde var olan kurumsal yapılara rağmen, bu süreçlerin hakkıyla anlaşılıp anlaşılamadığını bile sorgulamakta yarar var…
Çağdaş medeniyeti yakalamak
Müslüman toplumların geri kalmışlığı meselesinin özellikle, 20. yüzyılda ulus-devletlerin (nation-states) oluşumuyla birlikte, Batı Avrupa’yı ya da eski sömürge devletlerini tüm kurumsal bağlamlarıyla -ve gizli açık da olsa, kültürel açılımlarıyla- ve de, özellikle bilimsel kurumlarıyla yakalama arzusunun kaçınılmaz olduğuna kuşku yok.
Bunu bir anlamda, sömürgeleştirilmiş Müslüman halkların yaşadığı coğrafyalar dikkate alındığında, tarihsel bir devamlılığın izi olarak da görmek mümkün.
Diğerleri bir yana, Osmanlı Devleti ve devamı niteliğinde olduğu iddia edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin, ‘Batılılaşma serüveni’ olarak adlandırılan ve ardından, ‘Çağdaş medeniyetler seviyesi” (contemporary Western civilization) olarak ilkeleştirilen yaklaşımların hedefinde, hiç kuşku yok ki, bilim, bilimsel çaba, araştırma, araştırma kurumları, fon sağlayıcı organlar vb. kurumsallaşmaların gündeme gelmesine rağmen, bunların kamu yararı, bilim yararı, akademik yararı gibi alanlarıyla ne kadar ciddi, sağlıklı ve sürdürülebilir bir şekilde ele alınıp gerçekleştirildiği sorgulanmaya değerdir.
Maalesef referanslarımızı yine, ‘Batı eksenli’ (Western-oriented) yaparak, öncesi bir yana, daha sömürgecilik dönemlerinden itibaren, sömürge yapılaşmalarının (colonial constructions) Müslüman toplumların yaşadığı coğrafyaları, kültürleri, inanç ögelerini, toplumsal gerçeklikleri, siyasal oluşumları velhasıl, toplumu oluşturan tüm kurumsal unsurları öğrenme merakı, arzusu, zorunluluğu ve bunu pratikte, ilgili sömürgeci yapıya bir fayda sağlayıcı duruma taşımada kayda değer bir başarıdan bahsetmek mümkün.
Bir devamlılık olarak bunun izlerini, bugün Batı üniversiteleri, araştırma kurumları, fon sağlayıcı organları vb. süreçlerinde görmek mümkündür.
Batı modernleşmesinin, ‘başarı hanesi güçlü’ bir olgu olarak, bunun temelinde bilimsel faaliyetlerin (scientific activities), yüksek öğretim kurumlarının (higher education institutions), düşünce üreten kurumların (think tank) yani, araştırmaya ve araştırmayı destekleyeme ve bunların sürdürülebilirliğine gayet özel önem ve ihtimam gösteren bir anlayışın olduğuna kuşku yok.
Ciddi engel/leme/ler
Bu çerçevede, Batı modernleşmesi eksenine kurgulanmış olan Müslüman toplumların ve 20. yüzyıl ilk çeyreğinden başlayarak ortaya çıkan ulus-devletler bünyesinde araştırma, bilimsel faaliyet, bunları destekleyici özel ve kamusal fon sağlayıcı kurumların varlığının sürdürülebilirliğinin önündeki engel/leme/lere değinmek gerekiyor.
Bunların başında, belki de, herkesin istisnasız hem fikir olduğu anlaşılan, “ekonomik zorunluluklar” geliyor.
Bir başka deyişle, ekonomik yoksunlukların, akademik yaşam, araştırma, öğrenme, üretme süreçlerine imkân tanımayacak ölçüde, Müsüman toplumların varlığını kemirmesidir. Bu hususun, Müslüman toplumlarda ekonomilerin nasıl yönetildiği sorunuyla yakından ilintisini göz ardı etmemek gerekiyor…
Ancak, bu temel maddi nedenin ötesinde, var olan maddi koşulların imkânlılıklarını dahi anlamlı bir şekilde kullanmaya mani olan, bir ‘zihniyet’ mesele/siyle karşı karşıya kaldığımız aşikârdır.
Ortada, belirli bir tür zihniyetin varlığından söz edilebilse de, bu zihniyetin yozlaşmış (corrupt) bir form ile ortada olup olmadığını iyi değerlendirmek gerekiyor.
Müslüman toplumlarda gözlemlenen yüksek öğretim kurumları, araştırma enstitüleri, fon sağlayıcı kuruluşların ne türden bilimsel faaliyetleri, ne türden bilimsel paradigmalarla, ne tür sürdürülebilirlikler çerçevesinde ortaya koyduklarını değerlendirmek ve analiz etmek bize bu toplumların sorunlarının nerede olduğuna dair bir fikir verecektir. o