12 Ekim, Bali bombalamalarının 12. Yıldönümüydü. O tarihde gerçekleştirilen saldırılarda 202 kişi hayatını kaybederken bir o kadar kişi de yaralanmıştı. Bugünlerde, Endonezya’da ve Avustralya’da tek tük çıkan duygusal içerikli haberler dışında bölge medyasında bu ‘önemli’ vakıaya değinilmedi. Bu olay, sadece fikir babası Samuel Huntington’un değil, Batı entellektüellerinin en azından bir bölümünün de gizli ya da açık destekçisi olduğu ‘Medeniyetler Çatışması’ tezinin doğrulanmasına matuf bir gelişmeydi. Meseleye şöyle bakabiliriz. İlân edilmiş bir medeniyetler çatışması tezi ve bu tezin altını dolduracak pratikler gerekiyordu. Bu anlamda, 11/9, 2001’deki New York ve Washington bombalamalarının ardından, Küreselleşen terörle savaş olgusu bali bombalamalarıyla bir kareyi daha tamamlamış oluyordu.
Adına sözde İslam ülkeleri denilen bütün içinde en yoğun nüfusuyla dikkat çeken Endonezya’nin bu süreçte yer almaması çatışma tezi için bir handikaptı ve bu handikapın giderilmesi için bir yapılanmaya ihtiyaç vardı. O zaman “Endonezya bu işin içine nasıl entegre edilebilirdi?” sorusuna cevap bulunması gerekiyordu. Bu saldırılar bir anlamda iletişimin küreselleşmesinin eseri olurken, aynı zamanda terörizm ‘modasına’ bir örnek teşkil ediyordu.
12 Ekim 2002 tarihinde Bali’deki gece kulüplerine düzenlenen baskın burada eğlenen çeşitli uluslardan turistleri hedef almıyordu. Aksine, çok yalın bir şekilde söylemek gerekirse hedefte Endonezya Müslümanları ve İslamı vardı. Bunu söylerken, hayatlarını yitirenlerin aidiyetlerini göz ardı etmek veya yakınlarının acısını görmezden gelmek gibi bir kaydımız yok. Ancak, şunu da görmekte fayda var ki, küresel sistemin mimarlığını üstlenenler için hedefi tesis anlamında kullanılacak her aracın meşru oluşu, ölenlerin kimliklerini onlar nezdinde anlamsız kılabilmektedir. Bunun dünyanın değişik yerlerinden pek çok örneğini vermek mümkün.
- Yılında bu bombalama eylemlerini nasıl değerlendirmek gerekir sorusu önemli. Öncelikle kısaca şu hususu değinelim. Bir ‘terör’ eylemi olarak ele alındığında göz altına alınan kişilerden üçünün yargılanmaları sonucu 2008’de idamları ile sorun çözüme kavuşturuldu diye düşünülebilir. Oysa, saldırıların ardındaki kişilerin başında gelen Hambali kod adlı Rıdvan Isamuddin, Tayland’da yakalandıktan sonra CIA’ye teslim edilmiş ve üç yıl boyunca bilinmeyen bir yerde -muhtemelen- Diego Garcia Adası’nda ‘sorguya çekilmiş ve ardından Küba’daki Guantamano Üssü’ne gönderilmişti. Bugüne kadar da orada tutulduğuna dair bilgiler mevcut. Öte yandan dört ülke Endonezya, Malezya, Tayland ve Filipinler hükümetleri de Hambali’yi yargılamak için bekliyor. Ancak gözlemcilerin kanaati o ki, bu ülke yetkilileri Hambali’yi yargılamak yerine ‘daha güvenli ellerde’ tutulmasından da memnun gözüküyorlar.
Yukarıda bahsi geçen kişiler ve diğerlerinin mensup olduğu yapılaşmaların küresel terör olgusu içerisinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceğine karar vermeden önce, bu yapıları oluşturan bütün parçaları birarada ele almak gerekir. Bu bağlamda, bu yapıların nasıl ve kimler tarafindan şekillendirildiği önemli. Örneğin, bu yapı içerisinde yer alanların Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur merkezine çok yakın bir yeri kendine merkez edinmesi kadar, bu yapı içerisinde ‘kilit’ rol oynayan kimi birey/lerin Endonezya istihbaratıyla da temasını gündeme getirmek gerekir. Dolayısıyla bu terör yapılaşmalarının pür anlamda Müslüman kitlelerin Batı karşıtlığını sembolize ettiğini söylemek yetersiz kaldığı gibi, bu söylem bir tür yanlışlığı da içeriyor.
Böylesi ‘teknik’ bağlamın ötesinde, halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan Endonezya ve tüm Güneydoğu Asya Müslüman dünyası üzerinde oluşturulan bir tür psikolojik baskıdan bahsedilebilir. Bunun yanı sıra, başta çeşitli STKlar olmak üzere Müslüman kitleler toplumsal savunma pozisyonuna itildiklerini gözleniyor. Bu süreçte en önemli baskıyı üzerinde hisseden kesimlerin başında eğitim kurumları geliyor. Özellikle geleneksel dini eğitimin verildiği pondok/pesantren adı verilen yapıların terör yapılarına sözde eleman yetiştirdiği yollu iddialar, kısa sürede baskı sebebi haline gelerek bu kurumların eğitim/öğretim süreçlerine müdahaleye konu oldu.
Genel toplum kesimleri çerçevesinde ise Müslümanların tüm gelişmelerden birebir sorumlu tutulup suçluluk psikolojisine zorlanması ve savunma konumunda bırakılmaları nedeniyle toplumsal travma halini yaşamaları söz konusudur. Bu durum, akademi çevrelerinin çalışmalarından siyasilerin Batılı meslekdaşları önündeki söylemlerine kadar çeşitli boyutlarda izlenebilir.
Yukarıda zikredilen bireyler/gruplar ile kimi devlet yapıları arasındaki ilişkinin ne boyutlarda seyredebileceğine bir örnek 2009 yılı Aralık ayında Açe’de ortaya çıkartılan bir grubun faaliyetlerinde somutlaştırılabilir. İstihbarat kurumu, bir grubun varlığını bilinmesine rağmen, bir yıl boyunca Açe’nin bir bölgesinde silahlı eğitim faaliyetini sürdürüğünü belirtiyordu. Bu noktada, on yıllarca savaş bölgesi olmuş Açe’de halkın yanı başında silahlı eğitim yapan dışarlıklı kişilerin varlığına hem de bir yıl boyunca sessiz kalamayacağının bilinmesi gerekir. Toplumsal birlik ve koruma duygusunun yoğun olduğu Açe’de bırakın silahlı birlikleri sivillerin bile varlığının sıkı bir toplumsal kontrole tabi tutulması, zikredilen grubun faaliyetlerinin Açe toplumu içerisine ‘atılan bir tohum’ olarak görülmelidir. Bu yapılanmanın ulusal boyutu kadar uluslararası çevrelere bir mesajı da vardı. O da, Açe’de şu ya da bu şekilde var olduğu bilinen ‘İslam hukuku’ uygulamasi ile terror olgusu bağlantısını kurmak.
Özetle ifade etmek gerekirse, Batı’da üretilmiş bir uluslararası siyaset teorisinin pratiğinin bir bölümü Endonezya’da ortaya kondu. Bu gelişme, ortaya ‘küreselleşen bir terör’ olgusu deyimini çıkartmakta aracı oldu. Görünürde birtakım masum insanlar hayatlarından olurken, temelde Endonezya ve bölge Müslümanları üzerinde bir sosyal baskı ve din algısı belirlenmeye çalışıldı. Bu sürecin halen devam etmekte olduğunu söyleyebiliriz.