Cihan Kurtaran 05.01.2017
Asya Pasifik bölgesi 2016 yılında dünyanın gözünün üzerinde olduğu bölgelerden biri oldu. Yılın ilk gününden son gününe kadar oldukça dinamik ilişkilerin ve gelişmelerin gözlendiği bölgede öne çıkan başlıkları şu şekilde sıralamak mümkün.
Bölgenin adını verdiği dev ticaret anlaşmasının imzalanması; bölgenin on ülkesinin birliğinden oluşan ASEAN’ın ekonomi birliğini hayata geçirmesi; Güney Çin Denizi anlaşmazlığında uluslararası tahkim mahkemesinin kararına rağmen Çin’in bölge üzerindeki nüfuzunda ısrarcı oluşu; Myanmar, Tayvan ve Filipinler’deki genel seçimler sonrasında biraz da süpriz sayılabilecek başkanların ve partilerin siyasi gücü eline geçirmesi; Arakanlı Müslümanların sorununun sadece Myanmar’ın Arakan Eyaleti ile sınırlı olmadığının bir kez daha ortaya çıktığı; çok etnikli ve çok dinli yapıya sahip Endonezya’da başkent Cakarta valisine yönelik sivil başkaldırı; Malezya’da ‘1 Malezya Kalkınma Fonu’ndaki (1MDB) usulsüzlüklerin uluslararası soruşturmalarla derinleşirken ülke iç siyasetinde ciddi yansımalara yol açması; tsunaminin 12. yılında Açe’de ölümcül ve ciddi maddi kayba neden olan depremin ortaya çıkış; Hong Kong’da meclis seçimlerinde bağımsızlık yanlısı milletvekillerinin çıkışının yol açtığı kaos; ABD Başkanlık seçimlerinin sonuçlanmasıyla ilgililerin yaptığı ve ABD-Çin ilişkileri başta olmak üzere ve ABD ile bölgedeki müttefikleri arasında belirsizliğe kapı aralayan tezat içeren açıklamalar; bölgenin kalkınmışlığı ve istikrarı ile dikkat çektiği bilinen Güney Kore’de devlet başkanı Park’ın da içinde bulunduğu ‘siyasal/etik’ skandal; ABD ve Japonya arasında 75 yıllık acıyı dindirmeye matuf ‘duygu’ yüklü ‘anıt’ ziyaretleri ilk anda zikredilebilecek hususlar olarak dikkat çekiyor.
Elbette bu hususlar ve benzerlerinin arka plânlarıyla, yakın ve orta vadedeki yansımaları bağlamında kapsamlı analizlere konu olacak öneme sahip olduğuna kuşku yok. Ancak burada dikkat çeken husus, ülke bazında veya görece dar/sınırlı bölgesel ilişkiler olarak görülebilecek bu gelişmelerin, sanıldığından çok daha geniş ve hatta zaman zaman küresel boyuta evrilen bir önem arz ettiğidir. Bu noktada yukarıda dile getirilen gelişmelerden bazılarını öne çıkarmakta fayda var.
Bu anlamda 5.3 trilyon dolarlık küresel ticarete konu olan devasa bir ekonomik etkileşime konu olan Güney Çin Denizi güzel bir örnek teşkil ediyor. Dünyanın önemli deniz ticaret yollarından biri olması, deniz altı potansiyel zenginliği ve 3.5 milyon kilometre kare genişliğindeki bu devasa deniz bu nedenle sadece Pasifik’in Asya kıyılarında, Çin ve ASEAN ülkelerinin ilgi alanında bulunmuyor. Jeo-ekonomisi, geliştirilmeye matuf kaynaklarıyla küresel güçler için jeo-stratejik bir öneme sahip. Bunda, Obamalı yıllarda ABD yönetimince Asya Yüzyılı Projesi’nin öne çıkartılmasına dikkat çekmek gerekir. Bu politika, 20. yüzyılın son çeyreğinde Afganistan-Irak düzleminde geniş Ortadoğu’ya sıkışan ABD’nin yeni bir arayışı kadar, kapitalist üretim mekanizması ile Asyalılık denilen değerlerle ortaya koyduğu kalkınmacı politikalarla dünya pazarının üreticisi olmakla kalmayan, buna ilâve olarak tüketimci eğilimleriyle büyük bir Pazar haline gelen Pasifik bölgesi ülkelerinin kalkınmacı süreçlerinin de etkisi var.
Çin’in, Güney Çin Denizi’nin yüzde 90’ında egemenlik iddiasının Tayvan’ın yanı sıra, ASEAN’a üye Bruney, Malezya, Vietnam ve Filipinler ile aktif, Endonezya’yla ise ‘şimdilik’ dolaylı teritoryal haklar meselesindeki anlaşmazlığının çözüme kavuşturulması konusunda bir gelişmeden bahsetmek mümkün değil. Öyle ki, Filipinler devletinin 2013 yılında Uluslararası Tahkim Mahkemesi’ne açtığı davanın 12 Temmuz’da Çin aleyhine sonuçlanması bile Çin’ yönetimini geri adım atmaya sevk etmedi. Üstüne üstlük, Filipinler’de yaşanan başkan ve iktidar değişikliği sonrasında Filipinler devleti söz konusu tahkim mahkemesinin kararını sapihlenmemesi ve kararın uygulamaya geçirilmesinde ısrarcı olmadığı gibi, aksine geri çekilerek Çin’e alan açan bir siyaset ve pratik ortaya koydu.
Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte’nin ulusal bir politika olarak ülkedeki uyuşturucu sorunuyla mücadelesine yönelik eleştiriler nedeniyle ABD ile başlayan söz düellosu, bir anda ABD ile kopuşa evrilmekte olduğu izlenimi yarattı. Duterte, ABD’nin ne ekonomik yardımını ne de askeri desteğine ihtiyacı olduğunu dobra dorba söylerken, kullandığı dil ile uluslararası ilişkilere yeni ‘jargonlar’ getirdi. Duterte’nin her ne kadar birbirini yadsıyan tezat içerikli açıklamalarına ilgili bakanlar ve danışmanlar açıklama getirme gayreti içerisinde olsa da, bunlar Duterte’nin şu ana kadar ABD ile ilişkileri iyileştirme konusunda bir kılavuz olabilmiş değil. Üstüne üstlük Duterte ABD’yi ‘Filipinler sathında’ dışarda bırakma sürecine karşılık olarak “Çin’le ve Rusya ile yakınlaşacağı” yönündeki açıklaması ise, ‘düne kadar yerel siyasette kalmış’ ve başkanlık yarışında süpriz bir şekilde ulusal siyasette baş aktör konumuna gelmiş bir siyasetçinin küresel ilişkilerde şu veya bu şekilde, yön tayin edici olabileceğine örnek teşkil ediyor.
Duterte’nin başkanlık koltuğuna oturduğu 30 Haziran’dan itibaren ortaya koyduğu söylem ve icraatlar, Filipinler’de devlet politikasında aks değişimine gönderme yapıyor. Aradan geçen süre zarfında Duterte’nin halk nezdinde popülaritesinden bir şey kaybetmemiş olması, birkaç bireysel çıkış dışında muhalefetin varlığını da etkisiz kılıyor. Duterte’nin Güney Çin Denizi politikalarında Çin’i daha da ön plâna getiremeye olanak tanıyan çıkışlarını ne kadar bilinçli yapıp yapmadığı açıkçası belirsiz.
Yukarıdaki gelişmeyle yakından ilgili olduğuna kuşku olmayan bir diğer gelişme ise, Pasifik’e kıyısı olan 12 ülkenin taraf olduğu Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’nın (TPPA) 4 Ocak’ta Yeni Zelanda’da imzalanması oldu. Beş yıl gibi görece kısa ancak uzun tartışmalar sonunda karara varıldığı açıklanan ve imzanın ardından ilgili ülke parlamentolarından onay bekleyen anlaşma, birliğin oluşumunda büyük rolü olan ABD’de Obama yönetiminin senatodan onay alamamış olmasıyla inkita dönemine girildi. Anglo-Sakson dünyasına üye ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda’nın yanı sıra, sömürgecilik geçmişleri ve siyasi bağlamları dikkate alındığında bu dünyaya yabancı olmayan Singapur, Bruney Malezya ile 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki konumundaki Japonya’nın ve Latin Amerika dünyasından Meksika, Peru ve Şili’nin yer aldığı birlik dünya ticaret hacminin yüzde 40’ını kapsayabilecek bir özelliğe sahip.
Son birkaç aydaki gelişmeler dikkate alındığında, bu anlaşmanın kaderinin büyük ölçüde ABD’de iktidarı ele alacak olan Trump yönetimine bağlı olduğuna kuşku yok. Trump’in ilk açıklamaları TPPA’nın hayata geçirelemeyeceği yönünde güçlü bir fikir verse de, ABD yönetiminin ne yönde karar vereceği yeni yılık ilk birkaç ayında netlik kazanacak. Bununla birlikte, ABD seçimlerinde kazananın belli olmasından hemen sonra Japonya başbakanı Şinzo Abe’nin Trump’la uzun bir görüşme yapması, anlaşmaya taraf olan ülkelerden Singapur ve Malezya’nın agresif bir şekilde anlaşmanın hayata geçirilmesi konusunda Japonya ile aynı kulvarda yer alması yukarıdaki dile getirildiği üzere, serbest piyasa ilkeleriyle şekillenmiş kalkınmacı politikaları ile öne çıkan Pasifik bölgesi ülkelerinin TPPA ile olmasa da, bunun yerine ikame ettirilebilecek alternatifler üzerinde kafa yormalarına neden oluyor.
Açıkçası burada ilginç bir jeo-stratejik ve ekonomik çatışmalar zincirinin söz konusu olduğunu söylemek mümkün. TPPA görüşmeleri sırasında ve anlaşmanın imzalanmasından sonra başta Tayland ve Endonezya yönetimleri bu ‘ticari’ birlik içinde yer alma noktasında görüş beyanlarında bulunurken, kimi çevreler Çin’in de birlik içinde yer alması konusunda ‘Neden olmasın?’ yaklaşımını ortaya koyuyorlardı. Aralarında Hindistan’ı da dahil edecek şekilde genişletilmiş bir coğrafyayı dikkate alındığında, bölge ülkelerinin bağımsızlık öncesi yıllarına dönüp bakıldığında Pasifik bölgesinde ticari yapılaşmaya yön veren İngiltere’ydi. 2. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere yerini ABD’ye bırakırken, bugün Trumplı ABD yönetiminin kararına bağlı olarak bölgenin ticari ve ekonomi yapılanmasının yeni bir dönümle karşı karşıya kaldığı görülüyor. Çin yönetiminin hem Güney Çin Denizi, hem TPPA konularındaki gelişmelerden memnuniyet duymadığı söylenemez. Ancak bölge ülkelerine ‘tehdivari’ yaklaşımlarını devam ettirmesi, en azından böylesi bir izlenim vermesi, Çin’i ilgili ülkeler nezdinde mesafeli olunması gereken bir ‘güç’ kılıyor.
Bir yanda dünya ticaretine de yön verebilecek TPPA veya benzeri bir ticari birlik, öte yandan Güney Çin Denizi gibi devasa bir denizde jeo-stratejik ataklar arasında bölge ülkeleri tarafından orta bir yol bulunup bulunamayacağı önümüzdeki yılın en ilginç süreçlerinden biriyle karşı karşıya kalacağımızı gösteriyor.
http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/390096/asya-pasifikde-2016-yili-dinamikleri