Mehmet Özay                                                                                                                21 Haziran 2012

Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’nin, Tunku Abdul Rahman’ın geliştirdiği bir proje olması ve ilk üyeleri dikkate alındığında temelde bölgenin ağırlıklı insan stoğunu teşkil eden Müslüman Malay unsurların bütünleşmesi olarak okunmaya elveriyor. Ancak, gerek Tunku Abdul Rahman’ın gerekse o dönem bu projeye destek veren unsurların siyasal İslamcı paradigmayla mesafesi böylesi bir birliğin, öncelikle Müslüman Malayların ve akabinde bölgenin diğer etnik unsurları içinde İslami grupların birliği şeklinde tezahürünün önündeki en önemli engeli oluşturuyordu. Öte yandan, Tunku’yu böylesi bir birlik oluşumuna iten nedenlerin başında, aldığı İngiliz eğitimi kadar, akabinde, yani 2. Dünya Savaşı sonrası bağımsızlık süreçlerinde İngiliz Krallığı’na bağlı sömürge devletlerin ‘Commonwealth’ çatısı altında toplanmış olması Tunku için bir ilham kaynağıydı. Zaten kaleme aldığı Anıları’nda bu hususa derinlemesine değiniyor…

ASEAN adıyla gündeme gelen oluşumun, ilk etapta ideolojik kökenlerden beslendiğini söylemek yerine, çok daha pragmatik bölge iç güvenliğini sağlamaya yönelik bir projeydi. Öte yandan, katılımcı ülkelerin ideolojik duruşları dikkate alındığındaysa, bu oluşumun manipülatif özellikler taşımadığını da söyleyemeyiz. Özellikle Hint-Çin’inde Laos, Kamboçya, Myanmar (Burma), Vietnam gibi ülkelerin komünist ideolojinin çeşitli versiyonlarında verdikleri mücadele bu ülkelerin ASEAN’a katılımlarını sürece yayıldığını ortaya koyuyor. Örneğin, Kamboçya’daki siyasi krizin sonuçlandığı 1989 yılı, Myanmar’da ayaklanmaların sona erip ya da daha uygun bir terimle ‘bastırılması’ ve ‘dışa açılma’ politikasının bir yansıması olarak 1990’da ASEAN’la işbirlikleri geliştirmeye başladılar.
80’li ve 90’lı yıllarda Avrupa Birliği’nin salt teritoryal genişlemesi değil, kültürel ve ekonomik ve siyasi angajmanları da ASEAN üzerinde bir itme gücü oluşturmuştu. Bunun gerek ASEAN’ın önde gelen siyasetçileri kadar, ASEAN topraklarına tarihin erken devirlerinden bu yana ilgisini eksik etmeyen Avrupa’nın özellikle de İngiltere dahil olmak üzere Batı ve Kuzey Avrupa ülkelerinin tekil girişimlerinin de ortak payda oluşumunda rolü yadsınamaz. Avrupa’nın tarihsel katkısı kadar, bir başka bağlamda ABD’nin rolüne de değinilmelidir. Bu bağlamda, ASEAN’da yapısalcı gelişmenin tedrici bir sürece yayılmasında bir başka ifadeyle bu bölgesel oluşumun bölgenin siyasi ve ekonomik algısının ötesinde, küresel bir güçle temasının ABD vasıtasıyla olduğu görülür. ABD’nin bölgeye ilgisi elbette ki, Soğuk Savaş döneminin doğası gereği ‘güvenlik’ tedbirleri ile irtibatlıdır. ‘Kaba güç’ kullanımına dayalı güvenlik olgusu bağlamında, öncelikle ABD yaklaşımının Avrupa Birliği’nin aksine, en azından kimi ölçeklerde- birlik oluşumu önünde engel oluşturduğunu iddia edebiliriz. Bunun nedenini değineceğiz… Ancak öncelikle şu ‘kuşak’ hikâyesine biraz değinelim…
Bunun en başında Sovyetler Birliği, öte yandan ve de özellikle Çin komünizminin tarihsel art alanı olan Hint-Çin’indeki nüfuzu ile ortaya çıkan ‘kızıl kuşak’, aşağıda yani Malaka Boğazı ve çevresindeki Müslüman Malay ‘denizi’ni, bir başka ifadeyle Malay Arkeopolojisi’ni ‘yeşil kuşak’ olarak çerçeveleme girişiminde somutlaşır. Bu çerçevede 1960’lı yıllar olabildiğinde ideolojik ayrışmanın somut bir gerçeklik olarak güncel siyasette yer aldığı bir dönem olarak hatırlanır. Kızıl kuşağa karşılık yeşil kuşak projesinin en ‘görkemli’ örneği, ordu istihbaratının başındaki Suharto eliyle Endonezya kurucu babası Ahmed Sukarno’nun siyasi yaşamına son verilmesi, bir başka deyişle, Çin’e göz kırpan Sukarno’nun kendi askeri kadrosu içindeki bir general tarafından alaşağı edilmesidir. Tabii CIA’nın ‘görkemli’ katkısını unutmayalım… Amerikan tuzağına düşen veya bile isteye bu tuzağa giren  Endonezya’lı özellikle de Cavalı dini hareketlerin bu ‘iç-devrime’ verdikleri destek üzerinde çokça çalışılması gereken bir ‘ders’ olarak önümüzde duruyor. Bu nasıl bir ‘yeşil kuşak’tır ki, Cava milliyetçiliğini kemiksi bir yapıya dönüştürmüş, ülkenin yüzlerce etnik unsuru üzerinde kıyıcı bir etki yapmış ve 32 yıl boyunca varlığını sürdürmüştür.
Yukarıda kaba güç demiştik… Amerika’nın sıcak savaş tecrübesini bölgeye taşıdığı Vietnam örneği, bunun en popüler göstergesidir. Bu savaş dolayısıyladır ki, şunu iddia etmek bile mümkün: yani Güneydoğu Asya dünya sahnesine özellikle de siyasi bir argüman olarak Vietnam Savaşı’yla geçtiğini bir şekilde savunmak olası. Başta ABD olmak üzere Avrupa başkentlerindeki ‘savaş karşıtlığı’ Güneydoğu Asya halklarını dünya medyasında baş köşeye oturtuyordu. Ancak bir birlik olgusuyla değil, ABD’nin komünizme karşı ‘arka bahçesi’ işleviyle… 90’lı yıllar birkaç değişikliği birden tecrübe etmeye başladı. İlki ABD’de neo-liberal politikaların reel politik kulvarında yer edinmeye başladığı, öte yandan, Çin’in siyasal komünizmine tezat teşkil edecek oranda liberal ekonomiye geçiş süreci girdiği bir yeni evre. İkincisinin diğer ‘güney’ ülkeleri gibi Güneydoğu Asya ülkeleri özelinde de ‘insan hakları, demokrasi, özgürlükler’ şenliğine davetiye çıkartılması anlamı taşıyordu. Elbette ki, bu gelişme de Doğu Asya ve kimi Güneydoğu Asya ülkelerinin ekonomik üretkenliklerini artarak, küreselleşme ağı içerisinde ‘saygın’ yer edinmelerini unutmamalı. Küresel ekonomi rantının tadını alan bölgedeki kimi ülkeler, ‘Asyalılık’ veya ‘Asyalı değerler’ muvacehesinde Batı’nın sunduğu ‘demokratikleşme’ reçetelerini pek de gözü kapalı kabul ettiği de söylenemez. Bu nedenledir ki, diktatörlükler ve siyasi monopollükler bölgede varlığını sürdürüyordu. Bir yandan siyasi baskı, öte yandan ekonomide görece düzlüğe ulaşma, bölge halklarının henüz ‘özgürlüğe’ susamışlığını gündeme getirmesinin önündeki engelleri teşkil ediyordu.
Bugünden bakıldığında ABD-ASEAN i
lişkilerinin yarım yüzyılı geride bıraktığını görüyoruz. Dün ordusuyla, ardından siyasi mekanizmalarıyla gelen Amerika, bugün teknokratı, entellektüeli, akademisyeniyle bölgede varlığını pekiştiriyor. Geçenlerde Manila’da gerçekleşen toplantılar, Kamboçya’da bu yıl sonunda yapılacak çalışmalarla 21. yüzyıl şekillenmesinde ABD’nin bölgeyi yeniden keşfettiğinin delili oluyor. ABD’nin Singapur eski büyükelçisi Stapleton Roy, ülkesinin ASEAN bölgesindeki varlığını güçlü bir rakip olarak ortaya çıkan ve giderek teritoryal ve güvenlik çemberini genişletme ve diğer bölge ülkeleri üzerinde potansiyel bir baskı unsuru haline gelen Çin’den ötürü olmadığını, aksine ASEAN’ın her açıdan kalkınmasına destek mahiyetinde olduğunu söylese de, ABD’deki  ekonomik kriz durumu izaha yaradığı gibi, artık hiç bir ülkenin ‘tek bir nedensellik’ üzerinden politikalar yürütmediği dikkate alındığında pek de gerçeği yansıtmadığını söyleyebiliriz. ‘Eee yani, büyükelçi tüm doğruları söyleyecek değil ya!’ da denilebilir elbette.

Ancak kaçınılmaz bir durum var ki, Batı’nın ekonomik ve dolayısıyla bir süre sonra siyasetine sıçrayacak olan açmazına çare olarak dünyanın diğer bölgelerini ‘yardıma çağıracağı’ çoktan belli olmuştur. Bu bağlamda, ‘Protestan kalkınmacılığı’ tezinde zuhur edecek bir ‘arıza’nın ‘Konfüçyüscü kalkınmacılıkla’ telafi edilmesinde kapitalist sistem ve kapitalistler için hiçbir mahzur yoktur. Kullanılan araçlar, amaçlara ulaşmak için değişkenlik arz edebilir. Bunda hiç de ahlâki bir sorun yok… Tastamam, Batı ekonomi-politiğinin köklü temsilcisi Nicholas Machiavelli’nin ifade ettiği gibi… Sistem için önemli olan devamlılıktır, coğrafyasının neresi olacağı pek de önemli değildir. Kaldı ki, küreselleşme çağında bunun elle tutulur bir sebep olmadığı da aşikârdır. 

LEAVE A REPLY