Mehmet Özay 5 March 2020
Araştırma üniversitesinin varlığı ve etkinliği, konvansiyonel yüksek öğretim kurumlarından ayrıştığı noktaların kesin olarak belirlenmesiyle ortaya konulabilir.
Araştırma olgusunun temelde bir düşünce süreci olduğu konusunun göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Nihayetinde gündelik yaşam içerisinde bireylerin rutinleşen eylemler dizisi içerisinde ortaya koydukları araştırma ile konumuzun özünü teşkil eden kurumsal araştırma ile akademi kurumlarındaki araştırmanın yapısal farklılığı oldukça aşikârdır.
Akademi kurumlarında araştırmanın öznesi konumundaki akademisyen-araştırmacı, iç içe geçmiş süreçler boyunca en etkin olduğu ve araştırmasına yön ve sonuç kazandıracak olan alanın, düşünme ve düşünce sürece olduğu konusunun anlaşılıp anlaşılmadığı hususu ciddiyetle ele alınmayı beklemektedir.
Araştırma olgusu ve eylemini akademi dünyasındaki diğer eylemler dizisi ile karşılaştırmak, onlara eklemlenmiş bir süreçmiş gibi algılamak ve politikaları bu yanlış algı üzerine bina etmek araştırmanın oluşturduğu yapısallıkları çözen, dağıtan, anlamsızlaştıran boyutların ortaya çıkmasına neden olacak güçtedir.
Araştırmanın bizatihi kendisinin iç içe geçen düşünceler bütünü ve bu bütünü oluşturan ara katmanların bütünün oluşmasındaki rolü birbirinden bağımsız ele alınamayacak önemdedir. Ancak tüm bu süreçleri bir arada ele almaya sevk eden ve bu bütünün anlamlı ve kendinde bir varlık olarak ortaya çıkmasına neden olan ise düşünce ediminin sürekliliğidir.
Burada kısa bir karşılaştırma ile ne demek istediğimizi örneklendirmekte fayda var. Kampüs yaşamına henüz yeni adım atmış bireylerin eğitim öğretim faaliyeti ile gerçekleştiği var sayılan bilgi edinme süreçlerinde araştırma olgusunun nasıl ortaya çıkmakta olduğuna dair gözlemler önemlidir. Araştırmayı, diyelim ki, konvansiyonel olarak kaynakların bulunduğu bir kütüphaneyi fiziki olarak ziyaret edip, ilgili eserlerden yapılan bir dizi aktarımların, araştırma nispetinde olduğu varsayımı bu bireylerin temel yanılsamalarından biridir.
……
Üniversite kurumunda rol alan ve işlev gören eğitimci kadronun hiç kuşku yok ki, bireysel akademik kariyerlerinin gelişim süreçlerinde kendilerinden beklenen akademik çabanın bir yanıyla araştırmaya uğraşıyla bağlantısı yadsınamaz. Bu noktada, yüksek lisans, doktora gibi süreçlerde araştırmaya konu olan alanların tamamlanmasıyla ortaya çıkan ‘akademik’, ‘bilimsel’ ürünlerin kanıtladığı şekilde, kişilerin unvanlar almasıyla kendilerine üniversite ortamında bir yer edinmektedir.
Akademisyenlerin kariyer bu süreçlerinde, araştırmanın neye tekabül ettiğine dair ipuçları veren bazı olgulara rastlanmaktadır. Normal şartlar altında yüksek lisans, doktora hazırlıkları ve tez yazımlarından amaç, bir ‘iddia’dan hareket ederek ortaya bir ‘tez’ koymak ve bunu savunmaktır. Bu nedenle, bu süreçlerin bizatihi araştırmanın ve bunun vazgeçilmez ögesi olan düşünce süreçlerine bağlılığı ortadadır.
Burada sorun şu ki, söz konusu bu iki temel sürecin ardından gelmesi beklenen diğer akademik kazanımlar -diyelim ki, doçentlik ve profesörlük süreçleri- zamana yayılabilir ve ihtimaller dahilinde gerçekleştirilebilir performanslarla ortaya konulabilmektedir. Ancak bunun bir zorunluluk arz etmediği de gözlemler bağlamında bir gerçeklik payı taşımaktadır. Bununla söylemek istediğimiz, üniversitede bir akademik unvan ve kariyer sahibi olmanın, araştırma temelinde yükselen bir vechesi olmakla birlikte, araştırma olgusunun sürdürülebilirliği konusunda farklılaşmaların ortaya çıktığı hususudur.
Aslında tam da bu nokta, bilgi üretim süreci adı verilen yapının sağlıklı bir şekilde sürdürülebilirliğine yönelik alt yapının oluştuğu varsayımıyla, bir devamlılığın hasıl olacağı düşüncesinin neden olduğu bir tür yadsınmışlık ve kanıksanmışlık halinin ortaya çıktığına işaret etmektedir. Bu kanıksanmışlık hali, çeşitli nedenlerle üretim sürecinin dışına çıkılmasına, bir meslek örgüsü içerisinde sınırlı-dar kalıplarla hareket edilmesine ve uzun yıllar böylesi bir yoğunlaşmaya konu olmasıyla tezahür etmektedir.
Akademisyen olmaya aday bireyin, yukarıda dikkat çekilen süreçleri ‘başarı’ ile geçmesi ve ilgili akademik unvanları kazanmasının ardından, ‘mesleki rehavet’ kavramıyla izah edilebilecek durum, aslında araştırma sürecinin bitişi ile farklı bir sürece geçişin izlerini taşımaktadır. Bu yeni süreç, artık adına öğreticilik mesleği denilen ve ilgili kurumu, ‘yüksek lise’ olmaya yönlendirilen ve hatta zorlayan üniversite ortamında gündeme gelen öğreticilik faaliyetidir.
Bu bağlamda, bir kurum olarak üniversitenin bilgi üretim merkezi olduğu varsayımı doğruluk payı taşımakla birlikte, bölgesel, ulusal, eğitim yapılaşması, nüfus vb. özellikler çerçevesinde üniversite kurumunun bir ‘yüksek lise’ konumuna gelip dayanması da, kimi ülkeler özelinde gözlemlendiği üzere bir gerçeklik payı taşımaktadır.
Konvansiyonel üniversitelerin ‘yüksek lise’ bağlamına oturmasının küçümsenir bir yanı olmadığını da ifade etmek gerekir. Bununla birlikte, bu kurumsal yapının ne gibi toplumsal sorunlara karşılık gelen cevaplar verdiğini de sorgulamak gerekmektedir. Örneğin, günün getirdiği ulusal ve küresel kalkınma süreçlerinde ihtiyaç duyulan iş gücünü oluşturacak kitlelerin ortaya çıkarılmasının bir yolu olarak yüksek öğretimin bir kanadının daha fazla işlev gördüğü gizli/açık ortada durmaktadır.
Bu noktada, kalkınmacı modernleşmelere konu olan ülkelerde gözlemlendiği üzere, ‘yüksek lise’ ile ara iş gücü denilen ve çok farklı alanlardaki iş gücünün yetişmesinde işlevsel olan teknik yüksek okulların varlığı çok daha işlevsel bir halde karşılık bulduğunu unutmamak gerekir.
…..
Bu noktada kısaca bürokratikleşmeye göz atmakta fayda var. En azından modern döneme damgasını vuran bürokratikleşme olgusunu kavramsal düzeyde ortaya koyan Max Weber’den bu yana, bürokrasinin eleştirel bir değerlendirilmeye tabi tutulduğu ortadadır.
Adına gelişmiş liberal ülkeler denilen yapılarda toplum-birey ile yönetim çevreleri ve bürokrasi arasındaki ilişkinin, bireyin sorunlarını anlama ve çözme süreçlerinde mesafe kat etme konusunda sergilenen çalışmalar hiç kuşku yok ki, diğer ülkeler tarafından önce gözleme tabi tutulmuş ve ardından bir uygulama alanı olarak karşılık bulmuştur. Tabii, tıpkı diğer modernleşme süreçlerinde olduğu gibi sancılı, sorunlu olan ve temelde taklit özelliği dikkat çeken bu yapılaşmanın asli unsuru, devleti temsil ettiği iddiasındaki bürokrasi üzerinden devlet ile kurulan ilişkide bireyin rahatını ve memnuniyetini sağlamaktır.
Yüksek öğretim kurumları da bu bürokratikleşmeden nasibini hayli alan kurumlar olarak dikkat çekmektedir. Aradan geçen uzun süreçlere rağmen, bazı ülkelerde bürokrasinin ağırlığını hissettirmeye devam etmesi, yüksek öğretim kurumlarının da bu süreçte eleştirel bir gözle ele alınmasına neden olmuştur.
Temelde, adına devlet denilen kurum yapılaşma olarak bürokrasiye dayanmakla birlikte, özellikle yüksek öğretim gibi belli başlı kurumların işlerlik ve verimlilik noktasında karşı karşıya kaldıkları sorunların başında hiç kuşku yok ki, çalışanlarına, müşterilerine sunulan hizmet ve ilişkiler ağını bürokratik zorunluluklarla örme, aslında kontrol mekanizmasının bir unsuru olarak tezahür etmektedir.
Ancak genelde yüksek öğretim kurumlarının, özelde araştırma kurumlarının tipik bir bürokratik mekanizmaya dahil edilmesinin amaçlar ve hedefler noktasında üretim kaybına yol açtığının göz ardı edildiği olgusu yabana atılacak bir konu değildir.
Max Weber’ bir çalışmasında, o dönem Almanya akademi geleneğinde genç akademisyenlerin ‘ikincil’ dersler vermeleri sayesinde bilimsel çalışmaya daha fazla vakit ayırabildiklerini söylemektedir. Bu durum, konvansiyonel yüksek öğretim kurumlarındaki mevcut durumla kuvvetle muhtemel benzerlik göstermektedir.
Ancak araştırma üniversitesi ‘birincil/ikincil’ ayrımına gitmeden, adına araştırmacı denilen grubun faaliyetlerinin odağına bütüncül bir anlamda araştırmayı almasından daha doğal bir durum olamaz. Kaldı ki, başka yerlerde de dile getirildiği üzere, araştırma öncülüğünde bir öğretim faaliyetinden edinilecek birikimin öğrenci grubunda oluşturacağı motivasyon, verim, tecrübe ve hatta ekonomik anlamda kazanımlar küçümsenmemesi gereken hususlardır.
Bu nedenledir ki, konvansiyonel üniversitelerden ayrışmanın ürünü olarak araştırma üniversitelerinin varlığı, bizatihi araştırmayı doğal ve sürdürülebilir bir eylem alanı kılmasıyla anlamlı bir hale gelmektedir.