Mehmet Özay                                                                                                       4 Ağustos 2012 
Arakan öyle gözüküyor bu Ramazan ayında yazılarımızın hakim konusu olmaya devam edecek. Arakan meselesi, Myanmar merkezi yönetiminin diğer etnik unsurlara karşı uyguladığı ayrımcı politikaları göz ardı etmeksizin, azımsanacak, üzerinde öylesine durulacak bir konu olmadığı gün geçtikçe daha net anlaşılıyor. Aslında Arakan’a dikkat çekmeye 2008 sonunda başlamıştık. 2010 yılında Myanmar seçimleri arefesi öncesinde daha geniş perspektiften ele aldığımız bu ülke içerisinde Burma etnik çoğunluğunun diğer etnik unsurlar üzerindeki siyasi, kültürel baskılara değinmiş ve zaman zaman bu konuya doğrudan ve dolaylı olarak sizlere sunmuştuk.
Myanmar’da reform sürecinin doğal bir uzantısı olarak uluslararası çevrelerin yaptırımlarının görece kaldırılması, bu ülkenin dünya gündeminde giderek yer almasına neden oldu. Özellikle çeşitli devletlerin önde gelen yetkililerinin Myanmar’a ziyaretlerine, Suu Kyi’nin Avrupa ziyareti de eklenince ortaya bir anda umutvar bir ülke görüntüsü çizilmeye başlandı. Ancak bu sürecte velev ki ekonomik kalkınma kulvarına adım atmış Myanmar’da olası bir maddi gelişmişlik olacaksa bundan kimlerin pay sahibi olacağını ve bu bağlamda kaygılarımızı dile getirmiştik. Bunun yanı sıra, ülkede köklü bir geçmişi olan etnik ayrımcılık, insan hakları ihlalleri gibi siyasi ve toplumsal sorunların ‘Tamam değiştik’ söylemlerine konu olan öyle birkaç uyarı ve demeçle ortadan kalkmayacağını da vurguladık. Hatta bir yazımızda dolaylı olarak Türkiye’nin Myanmar politikası olup olmadığını da dikkatlerinize sunmuştum. Bugün herhalde bu sorunun değeri bir nebze olsun anlaşılmıştır… Bu soruyu bir kez daha ancak bu sefer daha geniş bir perspektifte dile getirmek istiyorum: Türkiye Dış İlişkileri’nin Güneydoğu Asya’ya dair kayda değer herhangi bir politikası var mı? Kışkırtıcı olduğunu düşünebileceğimiz bu soruya cevaben elbette bir tür politikası vardır Dış İlişkiler’in diyebiliriz. Ancak bunun ne kadar etkin ve verimli olduğu, ne denli sonuç almaya yönelik olduğu en azından şimdilik tartışmalıdır. Bunun tartışmalı olması, Arakan meselesinde dikkat çekilen ilginin, ‘sorunu çözdük’ yaklaşımının aksine, Arakanlıların bugünlerde giderek daha çok baskı ve zulme maruz kalmakta oluşlarından kaynaklanıyor. Şunu da hatırlatalım ve soralım… Örneğin, Bengaldeş Başbakanı’nın Nisan ayındaki Türkiye ziyareti sırasında Arakanlı mülteciler sorunu üzerinde ne kadar duruldu? Mmyanmar’daki demokratikleşme hareketi çerçevesinde Bengaldeş’in Arakan sorununa dönük olarak Myanmar hükümetiyle ne tür bir etkileşim içine girmesi gerektiği konusu ele alındı mı? İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve D-8 özelinde Bengaldeşi merkeze taşıyarak bir çözüm yoluna gidildi mi? Çünkü aşağıda değinileceği üzere Bengaldeş’in mültecilere yönelik olumsuz tutumu yeni değil…
Arakanlıların maruz kaldıkları zulüm sadece Myanmar hükümetinin, silahlı güçlerinin ve bu iki yapının desteğini almış Rakin Budistlerinin zulmüyle sınırlı değil. Bengaldeş hükümeti, sınırlarında yaşayan Arakanlı mültecilere yönelik uluslararası yardımın bir nebze olsun artış göstermesi karşısında Arakanlılara “diş bilercesine” yasak üstüne yasak getirmesi, Arakanlıları umudun sonuna getiriyor. Önce duruma dair tespitte bulunalım. Dediğimiz gibi Bengaldeş’in uyguladığı bu devlet politikası ilk değil… Şayet ilgili taraflar soruna köklü bir çözüm bulmazsa son da olmayacak… Daha geçenlerde Bengaldeş Başbakanı Dr. Şeyh Hasina, Arakanlıları kabul etmeyeceklerini ve geri gönderilmeleri konusunu yeniden gündeme getirdi. Bu yaklaşımın Myanmar Devlet Başkanı Thein Sein’in sunduğu çözümden bir farkı var mı? Bengaldeş’i böylesi bir karar almasında çeşitli  nedenler bulunabilir. Örneğin, mülteci olarak tanınan 26.500 Arakanlıyı BM’den yardım aldığını gören yoksulluk içerisindeki Bengaldeşlilerin ‘husumeti’ ve bunun bir toplumsal patlamaya neden olacağı endişesi…  Gündelik yaşamda, yoksul Bengaldeşliler yanı başlarında BM ve uluslararası kuruluşların yardımlarını alan Arakanlıları gördüklerinde onların ne hicret etmişliğine ne yoksunluğuna bakıyor. Söylemleri birden yerini “Onlara var da bize niye yok”a bırakıyor… Bu çerçevede Bengaldeş yönetimi 2 Ağustos’da yaptığı açıklamada MSF (Fransa), Action Against Hunger ve Muslim Aid (İngiltere) mültecilere yönelik faaliyetlerini yasakladı. Bengaldeş Sivil Toplum İşleri Müdürlüğü’nün bu kararı ülkenin genel politikası bağlamında ele alındıkta oldukça ‘rasyonel’: “Adı geçen bu yabancı sivil toplum kuruluşları, kayıtsız binlerce Arakanlı mülteciye illegal yardımda bulunuyor.”
Bengaldeş tarafındaki olumsuzluklardan bir diğeri, bizzat yerel otoriteler eliyle gerçekleştiriliyor oluşu. Kimi yardım kuruluşlarının Kutupalong’da son pirinç dağıtma işinde de rol aldığı ifade edilen MB adındaki yerel bir politikacı ve aynı zamanda, mafya babasının sabıkası kabarık… BM’in gözetimindeki kamptaki Arakanlılara bizzat BM tarafından dağıtılan erzakı, tehdit ve zorbalıkla mültecilerden düşük fiyatla geri alan bu mafya lideri ve adamları Arakanlı kadınlara tecavüzden de geri durmuyor. Bu şahıs, birkaç yıl önce ırza geçme suçuyla tutuklanmasına rağmen, nüfuzunu kullanarak rüşvetle serbest bırakıldığı biliniyor. Yardım kuruluşlarının kimlerle iş yaptıklarını bilmelerinde yarar var. Öte yandan, bölgede faaliyet gösteren kurumların Arakanlılara mı yoksa Bengaldeşlilere mi yardım yaptıkları da önemli. Bengaldeşli ve Arakanlı dostların söylediği üzere, Bengaldeşliler de yardıma muhtaç. Evet orası doğru..
. Bu duruma vurguyu çoktan yaptık zaten… Ancak Arakan adına yardım toplayıp, ardından Bengaldeşli yoksullara aktarmak en azından “etik açıdan” doğru değil… Bu duruma hassasiyetimizin bir nedeni de, hiç şüphe yok ki, benzerlerine Açe’de tanık olmaklığımızdır… Açe’de ne olup bittiğini anlayanların, Güneydoğu Asya’nın diğer bölgelerine dönük yaklaşımları hesap etmesi o kadar da zor değil… Öte yandan, Açe konusunda yanlış yönlendirildiği izlenimini aldığımız Başbakan’ın, Arakan konusunda kimler tarafından ne tür bilgilendirildiği de üzerinde durulması gereken bir diğer husus.
Arakan Müslümanlarının Bengaldeşteki varlığı konusunda hemen şunu söyleyelim. Bu kitle Bengaldeş’e dün geçmiş değil. Bugün sayıları toplam 26.500’ü bulan ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) gözetiminde yardım alan “kayıtlı” Arakanlı Mülteciler 1991-1992 yıllarında sınır bölgesindeki Kutupalong ve Nayapara’ya yerleştirilmiş olanlar. UNHCR burada düzenli olarak yardıma devam ederken daha sonradan bölgeye göç edenler ise hiçbir şekilde kayıt altına alınmış değil. Bu anlamda Teknaf, Ukhia ve Cox’s Bazaar’da kayıtsız mülteci sayısı ise 326.500 olarak biliniyor. Yani statüleri bir anlamda ‘illegal’. Buna rağmen, mevcut bu iki kampı çevreleyen bölgelerde çok daha fazla sayıda insan kendi imkânlarıyla yaşam sürmeye çalışıyor. Vasıfsız işlerde çalışanlar, Bengaldeşli işverenlerin insafına terk edilmiş durumda. Her türlü sömürüye, baskıya ve zulme açıklar ki, herhangi bir haksızlık durumunda hak arayacak ne bir yerleri var ne de başvuracakları bir kapı… Bu yoksunluk içerisinde bu çileden en azından ‘kız çocuklarını’ kurtarmak adına Bengaldeşli ailelere hizmetçi verenler ve ‘gelin vermeyi’ seçenler de yok değil. BM tarafından kayıt altına alınmamış ve de Bengaldeş güvenlik güçlerinin baskınlarından kaçan Arakanlı bazı gruplar var ki, dağlık bölgelerde saklanarak, Afrika derinliklerinde görülebilecek koşullarda yaşam mücadelesi veriyorlar. Tüm bu açmazlar içerisinde kayıt altına alınmış Arakanlıları bir başka ikilem bekliyor. O da geri döndürülme korkusu… Bu korku ki, ellerindeki BM belgelerini yok ederek, kayıtsız mülteci konumuna geçiyorlar gönüllü olarak ve geniş toplum içerisinde ‘kaybolmayı’ yeğliyorlar…
Bengaldeş’in bu politikasına dair gelişmeleri izlerken, bölgeyi yakından bilen uzmanlarla yüzyüze görüşürken, şu soru açıkça gündeme geliyor. Bengaldeş İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi değil mi? Şayet bu birlik adında geçtiği üzere İslamla özdeşleştirilen bir çaba içerisindeyse, Bengaldeş’in uyguladığı zulme ne oranda karşı koyuyor. İİT’nin soruna yönelik yaklaşımını Haziran ayındaki gelişmeler üzerine ortaya koyması, sorunun henüz yeni algılanmakta olduğunun bir göstergesi değil mi? Aynı kurum, bölgeye insani yardım götürme çabasındaki kimi kuruluşlara çağrıda bulunup, kendi liderliğinde ortak hareket edilmesini isterken, acaba Bengaldeş hükümetinin Arakanlılara yönelik politikasından ne kadar haberdar ve bu politikayı değiştirme adına ne gibi bir çaba içerisinde? Bu çağrı bile kendi içinde tutarsızlığı barındırmıyor mu? Sorun onlarca yıldır ortada dururken henüz yeni fark etmişcesine -ki öyle gözüküyor- Arakanlılara yardımı organize etme işi gündeme getiriliyor. İşin bir diğer tuhaf yanı, zaten Arakanlılara yardım götüren kuruluşlardan, en azından bir bölümü İİT’nin içindeki yardım kuruluşları birliğinde yer alıyor oluşu. Bu nedenledir ki ve de çok acıdır ki, aynı kurum içinde örgütlü yapının işlerliğindeki kısırlık gözlerden kaçmıyor.
Arakan’da olan biteni doğru anlamadıkça ve çözüm konusunda istikrarlı bir yaklaşım sergilemedikçe, görünen o ki, en azından Güneydoğu Asya’da çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerde, hükümetlerin kayıtsızlığı karşısında, Müslüman kitlelerin Budist azınlığa karşı bir dizi toplumsal yaptırımları gündeme gelebilir. Bu ise mevcut durumu daha da karmaşık hale getireceği kesin. Bu nedenledir ki, Arakan krizini yönetemeyen bölge ülkeleri yöneticilerinin, Müslüman halkın sabırlarının sınırlarını aş/tır/maları söz konusu olduğunda gelişmeler istenmedik boyutlara varabilir. Bu türden gelişmeler yol vermemek için, ilgili kurumların konuya yaklaşımlarındaki hassasiyet kadar, bütünlükçü yaklaşımları önem taşımaktadır. Bütünlükçü yaklaşımdan kastımızı önceki yazılarda dile getirmiştik. Kısaca ifade etmek gerekirse, Arakanlıların kurduğu tüm siyasi hareketleri, Myanmar’daki diğer etnik unsurları özellikle de Suu Kyi’nin başını çektiği siyasi hareketi, Budist kitlelerinin saygı gösterdiği figürleri çözüm için biraraya getirecek çabaların kayda değer sonuçlar vereceğine kuşku yok. Elbette ki, bu sıralamada ASEAN ve D-8 üyesi, halkı Müslüman olan ülkelerin -her ne kadar kendileri de, bir ölçüde benzer sorunlarla boğuşuyor olsalar da- yapabileceği birşeylerin olduğuna inanıyoruz. Kendi içine kapalı, sorunu Ortadoğu merkezli yaklaşımlarla çözmeye çalışmak, bugüne kadar olduğu gibi sorunlu bölgelerdeki aktörlerin ikincil plâna itilmesine hatta ve hatta dışlanmasına vardırılacak girişimler bugünden yarına yapısal bir çözüm sunamayacaktır. Sayın Ali Caksu Bey’in “Malezya’nın girişim yok mu?” yönündeki sorusuna ‘şimdilik’ susarak cevap vermeyi yeğliyorum.

LEAVE A REPLY