Mehmet Özay                                                                                                            18.03.2024

“Ülkede niçin felsefe yok?…”

Bu sorunun cevabı, kendi içinde saklı açıkçası. “Kişiler gibi milletlerin de yatkınlıkları vardır” diyor Hoca.

Hoca bu yatkınlık meselesini ‘felsefe’ ile ilişkili olarak gündeme getiriyor. Ve devam ediyor, “bizim”, yani, ülkemizin ülkeyi oluşturan toplumun, “felsefeye yatkınlığı yok…”

Felsefe yani, kendinde bir bireyin, kişinin hayata tutunuşunun temelleri olarak bir bakış açısı, bir yönelim ve tutum ortaya koymayı sağlar.

Bireyin, gündelik yaşamda yapıp etmelerine anlam kazandıran, onları niçin ve neden yapması gerektiğini gizli/açık ortaya koyan, bunların yekûnu ile hayatın bütününü şekillendirme iddiası sergiler felsefe.

Sadece, bununla mı sınırlı etkisi?

Kanımca, “Toplumların ve de devletlerin de bir felsefesi olması gerekir” demeye getiriyor, Hoca…

Yukarıda, kendi sorduğu soruya olumsuz cevap verirken aslında, felsefe alanının itilmiş kakılmışlığını değil, felsefeyi anlamlandırma çabasından aciz olanları hedef gösteriyor gibi.

“Bunca eser yazdım” diyor Hoca ve ekliyor, “etkisini hiç görmedim ve göreceğimi de zannetmiyorum”.

“Bu eserleri gömseydim, daha iyi olurdu!” diye ekliyor Hoca. Ne kadar acı değil mi?

Buradaki “gömmeyi” eserlerin yani, kitapların somut olarak  toprağa gömülmesi yerene, bu eserleri okumayan toplumun ‘gömüldüğüne’ bir gönderme var gibi burada.

Sorun ne?

Acı olan, felsefemizin olmaması mı?

Felseye diye bir alanın varlığından habersizliğimiz mi?

Yoksa, felsefeyi kaale almayacak kadar, gayet donanımlı bir düşünce iklimine ve pratiklerine sahip oluşumuz mu?

Ya da, böylesi bir sanıya kapıldığımızdan mıdır felsefeyle ilişkisizliğimiz…

Peki, alanın ilgilileri tarafından hâlâ tartışma konusu olmaya devam eden, din-felsefe karşılaşmaları bize ne söylüyor?

Örneğin, bu anlamda dini verileri yanlış ve hatalı değerlendirmiş olmanın getirdiği bir sorundan bahsetmek mümkün mü?

Din’den felsefe’ye

Bu yaklaşımı, sadece oryantalist bağlamın, daha adı konulmamış dönemlerinde İslam toplumlarına yönelik eleştirilerle sınırlandırmak da tarihsel bir yanılgı olsa gerek.

Ya da, sadece bu eleştirelere konuşlanarak, bir tür savunmacı edimle, felsefenin varlığını yadsımak ve/ya ortadan kaldırma çabaları sergilemenin veya kayıtsız kalmanın anlamsızlığı ortada.

Din’in, felsefeye yönelik bir tutumundan ziyade, dini alanda söz sahibi olduğu söylenen kesimlerin, felsefeyi nasıl anlaması gerektiği konusu üzerinde durup düşünmek gerekiyor galiba.

Suçlamaların başında ‘teologlara’ yani, ‘ilahiyatçılara’ gönderme yapan eleştirilerin temel ekseninde fıkıh alanında görüş sahibi kişiler olduğu anlaşılıyor.

Adına, “ortodoksi” denilen alanın oluşmasını sağladığı ileri sürülen fıkıh alanının, düşünceyi nerede konuşlandırdığı üzerinde durup yeniden ve yeniden başlı başına tartışmak gerekiyor.

Bu alanın, bir tür monopolleştirilmesine dair yaklaşımlar, Müslüman toplumlarda “akıl çağı” nosyonunu olmadığı şeklinde karşılık buluyor. Doğal olarak bu durumun, Müslüman toplumlarda, dini alan ile felsefi alan arasında -genel itibarıyla söylemek gerekirse-, aranın sürekli açıldığını söylemek yanlış olmayacaktır.[1]

Çabalar karşılıksız

Bu süreçte, Hoca ve onun gibi bazı kişilerin ortaya koydukları çabaların da yetersizliği, bu alanda pek de ümitvar olunamayacağına işaret ediyor.

Hoca’nın, sürekli üretken bir yazar olmasına, akademisyen olarak yaşamının son anına değin dersler vermesine rağmen, ülkede felsefe hakkındaki bu kanaatinin ‘abartılı’ olduğunu söylemek mümkün mü?

Ya da, yazdığı eserlerin ve verdiği derslerin, elbette bir karşılığı olabileceğinden örneğin, yetiştirdiği öğrencilerinin kendi bireysel hayatlarına yön verişlerinde belirleyici olması ve mesleki yaşamlarında anlamlılık, üretkenlik, sorgulayıcılık gibi özellikler sergilemesi bağlamından söz etmek mümkün.

Kurumlar felsefesiz

Bununla birlikte, felsefi bakışın toplumda belirleyici bir haslet, toplumu yapılandıran unsurların her biri diyelim ki, sivil toplum kuruluşları, düşünce kuruluşları, yerel yönetimler, devlet mekanizmasını oluşturan çeşitli kurumlar, milyonlarca öğrenciye yol yordam gösterme amacına sahip milli eğitim bakanlığı, ülkeye ve dünyaya küresel vatandaşlar yetiştirmek ve bu vatandaşların küresel yapıya anlamlı katkılar yapmalarını hedef aldığı varsayılacak yüksek öğretim kurumlarının, nasıl ve ne türden bir felsefe geliştirdiği veya bir felsefi tutumu ayakta tutacak dinamikleri ne ölçüde var ettiği ve önünü açtığı hususlarını göz ardı etmemek gerekiyor.

Aslında, bizatihi bu sorgulama bile aslında, felsefi bakış açısının ürünü olmak kadar, felsefi bakış açısının, sayılan ve sayılmayan tüm bireysel alanlarda, özel ve kamu kurumsal boyutlarında var olup olmadığı üzerinde düşünmeyi gerektiriyor.

Dine yaslanmak suretiyle, “bizim felsefeye ihtiyacımız yok” demek bir çözüm olabilir. Görünen o ki, büyük kitleler için olan biten de bundan ibaret.

Ancak, toplumlara yön verenlerin büyük kitleler olmadığı, bu kitleleri harekete geçirebilecek sistemik düşünceler olacağını hatırlamak gerekir.

Şayet geniş kitleler felsefeye ihtiyaç duymuyor ise, bu kitleleri harekete geçiren tekil veya küçük grup aktörler neyle hareket ediyorlar? sorusunu gündeme getirmemiz gerekiyor.

Evet, Teoman Hoca’nın gündeme getirdiği “felsefeye yatkınsızlık meselesi” üzerinde epeyce kafa yormak gerekiyor.

Sadece bugünden değil, epeyce bir geçmişten başlayarak birhesaplaşmayı gündeme taşımak gerekiyor. Yani, biraz felfeseyle ilgilenmek gerekiyor…


[1] Will-Ariel Durant. (1961). The Age of Reason Begins: A History of European Civilization in the Period of Shakespeare, Bacon, Montaigne, Rembrandt, Galileo and Descartes 1558-1648, Part VII, New York: Simon and Schuster, s. 519.

LEAVE A REPLY