Mehmet Özay 09.12.2016
ABD’nin seçilmiş başkanı Donald Trump kampanya dönemi boyunca Asya-Pasifik bölgesini yakından ilgilendiren konulardaki çıkışlarıyla dış politikada önemli bir değişikliğe gideceği mesajını veriyordu. Bu değişikliğin, askeri ve ticari anlaşmalar bağlamında sıklıkla gündeme gelmesi bölge ülkelerinde endişeyle izleniyor. Bununla birlikte, geçen hafta seçilmiş başkan Trump ile Tayvan lideri Tsani-Ing-wen arasında geçen telefon konuşması Trump’ın bölgeyle ilgili politikalarda yeni bir açılım mı geliyor sorusunu da beraberinde getiriyor.
Obama dönemi politikaları ve Tayvan’da statüko
Obama yönetimi bölgenin stratejik, politik ve ekonomik boyutlarını birarada ele alacak yeni yapılanmalarla dikkat çekiyordu. Bu çerçevede, Japonya ve Güney Kore ile yarım yüzyılı aşkın askeri işbirliği anlaşmaları, Çin’in bölgedeki askeri ve sivil alt yapı çalışmalarına paralel olarak yeni boyutlara evriliyordu. Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA) hazırlıkları da küresel ticarette bölgenin rolünü daha da artırmanın yanı sıra, ulusal güvenlik politikasının parçası olarak Çin’i çevrelemeye matuf bir yönü vardı. Öyle ki, Savunma Bakanı Ash Carter’ın ifadesiyle bu ticari işbirliğinin, yani TPPA’nın yürürlüğe konması bir uçak gemisi kadar önem arz ediyordu.
Bununla birlikte, Obama yönetimi Çin’le doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçınma adına, Tayvan konusunda statükonun korunması konusunda bir siyasi irade sergiledi. Çin, Tayvan’ı ayrı bir devlet olarak tanımadığı gibi, örneğin Hong Kong gibi kendisine bağlı bir ‘eyalet’ olarak görüyor ve bunu sıklıkla deklare ediyor. Bunu da “iki yapılı tek devlet” kavramıyla ortaya koyuyor. Tayvan ise, ‘Çin devletini’ temsil eden bir siyasi yapı olduğunu ileri sürerek, küresel çapta kendini bağımsız bir devlet olarak deklare ediyor ve ilişkilerini de bu çerçevede sergilemeye çalışıyor. Bu nedenle, Çin’in bir gözünün sürekli Tayvan üzerinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Öyle ki, Taipei yönetiminden gelebilecek herhangi bir bağımsızlık ilânına karşı askeri seçenek de dahil her türlü yöntemi aldığını gösterecek şekilde adaya en yakın noktalardaki füzelerin varlığına dikkat çekmek gerekiyor.
Bu yapı içerisinde Çin ve Tayvan ilişkilerinin bir kopuşundan bahsedilmiyor. Aksine iki siyasi yapı bünyesinde var olan ve Tayvan Boğazı’na atfen kullanılan Boğaz’ın öte yakası ilişkilerini ele alan bir birim üzerinden ilişkiler devam ediyor. Kaldı ki, Tayvan’ın Çin ana kıtasında oldukça önemli bir yatırım ve ticaret ilişkisi bulunuyor. Bunda son sekiz yıl boyunca iktidarı elinde tutan Milliyetçi Parti’nin çabaları dikkat çekici. Bugüne gelindiğinde ise, her ne kadar bağımsızlık yanlısı bir çizgide kabul edilsede, Demokratik İlerlemeci Partisi ve başkanlık koltuğundaki lideri Tsai-Ing-wen’in ilişkileri koparma gibi bir niyeti en azından şimdilik bulunmuyor. Aksine, geçen yıl yapılan seçimlerin ardından ‘statüko’nun devam ettirileceği açıklamasıyla hem Çin hem de ABD’nin gönlüne su serpmişti.
Süpriz telefon görüşmesi
Tayvan devlet başkanı Tsai’nin geçen hafta Trump’ı arayarak görüşmesi Çin yönetimi tarafından tepkiyle karşılanan bir gelişme oldu. Kimi çevreler, Trump’ın bu görüşmesini, dış işlerinin saf dışı bırakılması ve dolayısıyla protokolün göz ardı edilmesinden hareketle seçilmiş başkanın ‘tecrübesizliğine’ bağladı. Öte yandan, Çin dış işleri bakanının bu görüşmeyi, “Tayvan’ın küçük bir hilesi” açıklaması düşük perdeden bir tepki ortaya koysa da, artık ‘kayıtlara’ geçmiş bir gelişme olduğuna kuşku yok. Ancak Çin dış işleri bakanlığından yapılan diğer açıklamalarda, uluslararası arenada Çin’i temsil edenin ana kara kıtadaki Çin Halk Cumhuriyeti ve Tayvan’ın da bu devletin ayrılmaz parçası olduğu açıklaması Pekin’in kırmızı çizgilerine bir vurgu anlamı taşıyor.
Bu bağlamda, 8 Kasım’da ABD’deki seçim sonrasında oluşan yeni durum da Çin yönetimince yakından izleniyor. Trump’ın, kampanya boyunca Japonya ve Güney Kore’yle askeri işbirliği ve bu iki ülkenin savunma harcamalarına ABD’nin katkısının sınırlandırılacağı yollu açıklamalar hiç kuşku yok ki, Çin yönetimi tarafından olumlu karşılanıyordu. Ancak Trump’ın kampanya dönemindeki bazı söylemlerinden hareketle Asya-Pasifik politikalarından geri çekileceğini düşünen ve bölgede zayıflayacak ABD etkisi karşısında kendisine alan açılacağını uman Pekin yönetiminin geçen haftaki telefon görüşmesinin ardından bu tahmininin zayıfladığı ve temkinli bir bekleyiş sürecine geçtiği düşünülebilir.
Japonya ve Güney Kore ile geleneksel ittifak çerevesindeki askeri anlaşmalarda sorumluluğun paylaşılması yönündeki argümanı tazeliğini korurken, Tayvan başkanını telefonla araması bölgede kafaları karıştırmaya yetecek bir gelişme olarak değerlendiriliyor. Çin’le ilişkilerde Asya-Pasifik özelinde karşı karşıya gelmeyeceği sanısını doğuran Trump’un birden Tayvan’la görüşmeye hazırlanmasında şaşılacak bir durum yok değil.
40 yıllık politika değişir mi?
Hiç kuşku yok ki, bu telefon görüşmesi sıradan bir hadise değil. Aksine, Jimmy Carter döneminde, yani 1979 yılında ABD yönetiminin yönünü Tayvan’dan Çin’e çevirmesinden bu yana ABD başkanlarının veya ‘seçilmiş başkanları’ndan biri tarafından Tayvan başkanıyla böylesi doğrudan bir telefon görüşmesi bir ilk olma özelliği taşıyor. ABD dış politikasında Çin’in Tayvan’ın önüne geçmesine rağmen, Tayvan’la ilişkilerin sonlandırılmadığı, ‘Amerikan Enstitüsü’ gibi kurumlar aracılığıyla ticari, ekonomik ilişkiler başta olmak üzere içinde askeri alanında olduğu neredeyse ‘iki ülke arasında’ var olan tüm ilişkilerin ortaya konduğu da bir gerçek. Bunun son dönemde belki de en dikkat çeken örneği, 2009 yılında Obama yönetiminin Tayvan’la askeri işbirliği anlaşması çerçevesinde yaptığı 14 milyar dolarlık silah satış anlaşmasıdır.
Pekin’in memnuniyetsizliğini dile getirmesi sonrasında, Trump bu görüşmenin tesadüfen yapılmış bir eylem olmadığını, aksine önceden plânlanmış olduğunu ifade edercesine, “Çin’in Güney Çin Denizi ve kur üzerindeki oynamaları gibi bazı hususlara dikkat çekerek bu konularda Çin yönetimi bize danıştımı ki, biz Tayvan’la görüşmeden önce onlara danışalım.” diyerek telefon konuşmasında herhangi bir sorun olmadığına dikkat çekti. Kaldı ki, Trump’ın danışmanlarının Tayvan lideriyle bu görüşmeyi daha önceden ayarladıkları yönündeki açıklama da bu görüşü destekliyor. Çin’in bölgesel ilişkilerde statükonun dışına çıkmaya matuf bu türden icraatları konusunda Obama dönemince bile sergilenmemiş böylesi bir tepkinin, Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmadan ortaya çıkması resmi ilişkilere gergin başlanacağı ihtimalini ortaya koyuyor. Üstüne üstlük Tayvan liderinin görüşmede, yeni başkandan uluslararası arenada Tayvan’ın önünü açacak adımlarda destek talep etmesi de görüşmenin salt bir ‘kutlama içerikli’ ibaret olmadığının kanıtı niteliğinde.
Trump’ın Asya-Pasifik politikaları
Bu telefon görüşmesi Trump’ın oluşmakta olan ekibinin genelde dış politika, özelde Doğu Asya politikaları noktasında nasıl bir yapılanma ortaya koyacakları bağlamında da değerlendirilebilir. Bu noktada, Trump’ın kabinesinde kilit noktalara getireceği isimlerin bölgeye bakışlarına bağlı olarak Uzak Doğu politikalarında belirleyici olacaklarına kuşku yok. Bugünlerde bu telefon görüşmesi çerçevesinde adı sıklıkla zikredilen kişi Beyaz Saray Özel Kalem Müdürlüğü’ne atanan Reince Priebus. Tayvan dışişleri bakanının Priebus’ın adının Beyaz Saray üst düzey yönetimi için geçmesinin Ada için “hayırlı bir haber” olduğunu söylemesi yeni yönetimde bir Tayvan eğiliminin ortaya çıkacağını gösteriyor.
Trump, Asya-Pasifik bölgesinde Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’nı (TPPA) rafa kaldıracağını; Japonya ve Güney Kore savunmalarına artık eskisi gibi kaynak ayrılmayacağını söylese de, Tayvan lideriyle görüşmesi ve bu görüşmeyi temellendiren argümanı, ABD’nin yeni dönemde bölgeyi terk etmeyeceği, ancak farklı bir açılımla Çin karşısında dengeleme politikasına devam edeceği olasılığı taşıyor. Öyle ki, Trump’ın yukarıda atıfta bulunulan Güney Çin Denizi konusundaki hayıflanması, Çin’in bu yönde ABD çıkarlarına muhalif bir girişim olduğunun teyidi kadar, Pekin yönetiminin bu yöndeki ısrarlı icraatına karşı sessiz kalın/a/mayacağı anlamını da içeriyor. Bu bağlamda, Trump’ın Asya konusunda danışmanlarından Peter Navarro’nun geçenlerde Foreign Affairs için kaleme aldığı makalede Obama yönetimi sırasında geliştirilen Asya-Pasifik politikalarına hak verilirken, bunun arzu edilen sonuçlara yol açmadığı görüşü, yeni yönetimin bu konuda daha keskin politikalar ile sonuç alıcı adımlar atabileceği izlenimi veriyor.
ABD-Çin ilişkilerinin geleceği
ABD yönetiminin Tayvan konusunda olası bir çıkışının salt askeri yardımlarla sınırlı olmayacağı, etkisi daha çok bölgede hissedilen bir ekonomik gelişmişliği ve sahip olduğu demokratik gelenek ile ABD’nin bu Ada ülkesiyle ilişkilerinde çok işlevselli bir yapıya oturttuğunu ve bunu daha da geliştirebileceğini gösteriyor. Bu noktada, Tayvan’ın son birkaç yıldır Hong Kong’da süren demokrasi mücadelesini ‘yakından’ takip etmesi, ABD yönetiminin ana kara Çin karşısında bir demokrasi bloğu çalışmasının alt yapısını oluşturabilir.
Pekin yönetimi bu gelişmeyi sert bir şekilde eleştirse de, Trump’ın henüz resmen göreve başlamamış olması, dış politika konularında nasıl bir politika izleneceğinin ipuçlarına rağmen, ortada kesinlikten uzak bir durumun bulunması Çin’i bekle-gör sürecine sevk ediyor. Pekin yönetiminin kırmızı çizgisi hükmündeki Tayvan konusunda ABD’nin herhangi bir çıkışı, hem bölgesel hem küresel sorunlara bir yenisini ekleyeceğine şüphe yok. Doğu Çin Denizi’nde Çin-Japonya anlaşmazlığı, Kuzey Kore’nin nükleer denemeleri ve tehdidine eklemlenecek bir Tayvan sorunu ABD-Çin ilişkilerinde yeni gerginliklere konu olacak bir döneme işareti ediyor.
http://aa.com.tr/tr/analiz-haber/abd-tayvan-iliskilerinde-statuko-degisiyor-mu/702649