Mehmet Özay                                                                                              19.03.2021

ABD ve Çin arasındaki ilişkilerin yeni dönemde seyredeceği yön merak konusu(ydu). Bu noktada, ABD’de Joe Biden’in yönetimi devr almasıyla birlikte, Çin’le ilişkilerin ne boyutta seyredeceği sorusuna verilebilecek cevaplar arasında bazı alternatifler bulunuyordu.

Bunlardan ikisi, ilişkilerin özellikle kovid-19’la mücadeleden başlayarak ikili ticari ilişkilerin yeniden düzenlenmesiyle Asya-Pasifik bölgesinde barış sürecinin istikrara kavuşturulması ihtimaliydi. Ancak, Biden yönetimi henüz iki aylık süreci doldururken, Çin’i durdurmaya yönelik bir ön alma çabasının ortaya çıkmakta olduğu görülüyor.

Bununla birlikte, ABD dışişleri bakanı Antony Blinken ve savunma bakanı Lloyd Austin’in geçtiğimiz üç gün zarfında Japonya ve Güney Kore’ye yaptığı ziyaretler ve hem ABD hem Çin tarafından yapılan açıklamalar ikili ilişkilerin ötesinde bölgesel ve hatta küresel anlamda bir kötümserliğin hakim olduğuna işaret ediyor.

Geçtiğimiz Salı günü Tokyo’da ABD ve Japon dışişleri ve savunma bakanlarının görüşmeleri sonrasında yapılan açıklamalarda hedefte Çin’in olması, ABD tarafının şahin politikalarının bir ifadesi olarak dikkat çekiyor.

Bir önceki yazımızda da dile getirdiğimiz üzere, Hong Kong, Doğu Türkistan gibi Çin’in kendi iç meselesi olarak kabul ettiği konular ile Tayvan ve Güney Çin Denizi’ndeki teritoryal haklar konusu ABD yönetimince bir kez daha gündeme getirildi.

Bu konuların aslında bugüne kadar gündemde olduğuna kuşku yok. Ancak, Amerikalı ve Japon yetkililerin açıklamalarında bazı sıra dışı yaklaşımların dikkat çekmesi, Çin algısının giderek önemli ölçüde tehdit boyutuna vardığını ortaya koyuyor.

Bu gelişmenin sadece, Çin’deki hak ve özgürlükler ya da bölgedeki bir tek ülkeye yöneltilen gizli/açık tehdit değil, küresel bir sorun olduğuna dikkat çekecek ifadeler yer alıyor. Bu noktada, Çin ve uluslararası düzen’in karşı karşı getirilmesi Çin’in tehdit boyutunun geldiği aşamayı ortaya koyarken, aynı zamanda Çin’i yalnızlaştırma hedefini de içinde barındırıyor.

Bu yalnızlaştırma sürecinin Blinken-Austin ikilisinin, Asya-Pasifik bölgesine yaptıkları ziyaret öncesindeki bir ittifak oluşumu ile kendini ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.

Bu noktada, ABD’nin Çin’e yönelik çerçeveleme operasyonunun bir parçası olduğu anlaşılan ve Avustralya, Hindistan ve Japonya’nın içinde yer aldığı ve ‘demokrasi güçleri’ kavramını gizli/açık içinde barındıran Dörtlü İttifak adıyla anılan oluşum, Biden yönetiminin uluslararası ilişkilerde yeni bir açılımı olarak görülebilir. Bu noktada, Çin dışişleri bakanı Wang Yi’nin söz konusu bu oluşumu, “Hint-Pasifik NATO’su” olarak adlandırmasını iyi değerlendirmek gerekir.

Her ne kadar, sabık devlet başkanı Donald Trump’ın 2018 yılında ortaya konulan belge ile Hint-Pasifik kavramı üzerinden bölgesel politikaya yön verme inisiyatifi olsa da, bu dört ülke devlet ve hükümet başkanları geçen hafta sanal toplantı ile biraraya gelmiş olmaları oldukça önemli bir gelişme.

Çin’in bir yandan kendi bünyesindeki özerk bölge Hong Kong ve kendisine doğrudan bağlı olmadığı gibi de facto bağımsız ülke görünümündeki Tayvan’a yönelik değişik düzeylerdeki baskıları ve Çin’in resmi ideolojisi yani komünizmi dayatmaya yönelik politikaları karşısında ABD ve müttefiklerinin ‘demokrasi’ vurguları anlamlı ancak, bununla da sınırlı değil.

Öyle ki, birkaç ay sonra yani, 23 Temmuz’da Çin Komünist Partisi’nin kuruluşunun 100. yılı, salt bir yıldönümü anlamı taşımıyor. Aksine, 2. Dünya Savaşı veya bölgedeki adıyla Pasifik Savaşı’nın ardından ABD’nin lokomotifi olduğu kapitalist dünyanın egemen yapılaşmasına karşı, bugün en önemli tehditi Çin’in siyasi sisteminin oluşturmasından kaynaklanıyor.

ABD Başkanı Joe Biden geçenlerde yaptığı bir açıklamada, Çin’in sadece örneğin, Güney Doğu Çin Denizi’nde teritoryal egemenliği söylem ve bazı icraatlarla ortaya koymasıyla sınırlı olmayan aksine, “ekonomik, diplomatik, askeri ve teknolojik” olarak, ABD ve onun temsil ettiği uluslararası sisteme en önemli tehdit noktasına geldiği vurgusunu dikkate almak gerekir.

 Son birkaç haftada yaşanan gelişmeler, Biden yönetiminin geçen Kasım ayında Çin öncülüğünde oluşturulan Bölgesel Kapsamlı Ekonomik İşbirliği (Regional Comprehensive Economic Partnership-RCEP) inisiyatifi karşısında, örneğin Trump’ın rafa kaldırdığı Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’nı (Trans-Pacific Partnership Agreement-TPPA) gündeme taşımak ve Çin’i yeni bir ticari ve ekonomik işbirliği bloğu ile çerçevelemek yerine, Asya-Pasifik dışına taşan ve Hindistan’ı içine alan bir dar blok yapılaşmasına konuşlandığını gösteriyor.

Bugün Çin’i askeri ve siyasi söyleminde öne çıkartan temel unsurun kaynağı, hiç kuşku yok ki, ulaştığı ekonomik kalkınma düzeyidir. Çin yönetimi Asya-Pasifik ile sınırlı olmayan, aksine kara ve deniz İpek yolları projeleriyle Avrupa ve Afrika’ya ulaşan derin ve geniş ticaret yollarındaki hakimiyetini ve bu güzergâhlardaki ülkelerle ilişkilerini askeri olarak değil, ekonomik gücüyle gerçekleştiriyor.

Bu noktada, başta alt yapı ve ekonomik kalkınma modernleşmelerinde yatırıma muhtaç ülkelerin Çin’le işbirliği Çin’i ön plâna çıkarırken, ABD’nin gerek ikili gerekse bölgesel etkinliğini geriletiyor. Her ne kadar uygulama süreci henüz ortaya konulmayı beklese de, RCEP bunun en açık kanıtlarından biri.

Yukarıda görüldüğü üzere, her ne kadar ABD, Çin’in örneğin Güney Çin Denizi’ndeki egemenlik iddialarını ve icraatlarını uluslararası sistemi engellemeye yönelik bir çaba olarak değerlendirmesine rağmen, Çin’in önünü alma çabasında maalesef bölgesel kalıyor.

ABD’nin Avrupa Birliği başta olmak üzere örneğin Ortadoğu ülkeleri, Afrika Birliği vb. bölgesel yapılarla ilişkilerinde Çin’in ekonomik ve ticari yapılaşmasını değiştirebilecek bir politika izlememesi halinde Çin’in Asya-Pasifik’teki teşebbüslerine mani olabilmesi, başka olasılıklar gündeme konulmadıkça, şu an itibarıyla mümkün gözükmüyor.

Buna karşılık, Çin’de gerek geçen hafta tamamlanan komünist partisinin Ulusal Halk Kongresi toplantısında gerekse, yeni atanan savunma bakanının açıklamalarının da, bölgede siyasi istikrara teşvik edici açıklamalar olmadığı ortada.

ABD’nin yönetiminin yeni dönemde Japonya ve Güney Kore ziyaretleriyle başlattığı Asya-Pasifik açılımında hedefte Çin aldığı ortada. Yapılan açıklamaların Alaska’da yapılan olan ABD – Çin görüşmeleri öncesine gelmesi ise stratejik bir anlam taşıyor.

Çin’le masaya oturacak ABD heyetinin özellikle Dörtlü İttifak yapısının varlığına dayanarak argümanlarını Çin’e dayatması söz konusu. ABD adına dışişleri bakanı Blinken ve ulusal güvenlik danışmanı Jake Sullivan’ın Çin adına ise dışişleri bakanı Wang Yi’nin ve üst düzey diplomat Yang Jiechi’nin katılacağı toplantının içeriği gayet açık. Çin’e dur mesajının verilirken, Çin’in yalnızlaştırılmasının önemli bir argüman olarak gündeme gelecektir.

Bu toplantı hiç kuşku yok ki, yeni dönemde ABD-Çin ilişkilerinin yönelimi kadar, bundan daha önemlisi Asya-Pasifik’ten Hint-Pasifik’e doğru evrilen bölgedeki yeni jeo-stratejinin küresel etkilerinin de tartışılması anlamına gelecektir.

LEAVE A REPLY