Mehmet Özay                                                                                                            28.04.2024

Amerikan Dışişleri bakanı Antony Blinken’in, Çin’e yaptığı ziyareti nasıl anlamalıyız?

Bu sorunun cevabının kolay olmadığı ortada.

Cevabın kolay olmadığı, iki ülkeyi doğrudan ilgilendiren bölgesel ve küresel sorunların karmaşıklığından kaynaklanıyor.

Söz konusu sorunlar ve bunların karmaşıklığına, Güney Çin Denizi’nde sürgit devam eden kıta sahanlığı ve güvenliği sorunu; Çin’in, Doğu Avrupa’da yaşanan savaşta Rusya’ya verdiği destek; Çin’in Tayvan’a yönelik egemenlik iddiası ile ABD-Çin arasında devam eden ticaret savaşında tanık olunuyor.

Burada şunu söylemekte yarar var ki, söz konusu bu sorunların çözümünü sadece, ABD-Çin arasındaki ilişkilerin düzeltilebileceğine bağlayan çevrelerin, sorunları oldukça indirgemeci bir şekilde ele aldıkları anlamı taşıyor.

‘Süper güç’ ilişkisi ve kutuplaşma

ABD ve Çin ilişkilerinde “süper güç” olgusunun belirleyiciliğine kuşku yok.

Bu olgunun bizatihi kendi içinde zıtlaşmayı körükleyici boyutunun varlığı sadece, bugünkü ilişkilerle anlaşılmakla kalmıyor.

Aksine, benzeri süreçlerin 20. yüzyıl ikinci yarısı boyunca yaşandığı, “ilk Soğuk Savaş dönemi” anılarının da buna epeyce bir katkısı bulunuyor.

Süper güç olma iddiası, iki ülkenin ilgili sorunlara yönelik yaklaşımlarının, her iki tarafın birbirini anlamak ile birbirleri arasında var olan rekabetin, daha da derinleşmesi şeklinde kendini ortaya koyan, iki zıt kutup gerçekliğini gündeme getiriyor.

İki ülke arasında yaşanan bir diğer dikotomi ise, giderek ağırlaşan ve tehdit gücü artan sorunlara karşın, -bazı basın organlarında dile getirildiği üzere-, iki taraf arasında üst düzey görüşmelerin sıklığında görülen artıştır.

İlkinin negatifliği ile ikincisinin pozitifliği aslında, yukarıda dile getirdiğimiz üzere, “iki zıt kutup” olgusunun bir diğer versiyonunu oluşturuyor.

Görüşmeler sürecinde, “Tarafların ilgili sorunlara bakışları ve karşı tarafa sundukları olası çözümler nelerdir?” sorusunu gündeme getirdiğimizde karşımıza, iki tarafın birbirini anlamakta zorlandığı intibaını veren bir yaklaşım çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Fukuyamacılık!

ABD’nin hemen hemen tüm sorunlara yaklaşımında ise, gizli/açık “Fukuyamacı” bir tutuma içkin olduğunu söylemek yanlış olmayacak.

Her ne kadar, Francis Fukuyama, Soğuk Savaş sonrasında popülerleştirdiği, “Tarihin Sonu” kavramı ile Batı demokratik liberal değerler ve bunun tüm ilgili kavramsal ve kurumsal olgularının, gelecek dönem küresel ilişkilerinde belirleyici olduğu yönündeki iddiasından vazgeçmiş olsa da, ABD yönetiminde “ötekilerle” ilişkilerde, aynı yönelimin devam ettiğine tanık olunuyor.

Blinken’in Çin ziyaretinde bu yaklaşımın, şu veya bu şekilde yansımalarını bulmak mümkün.

Örneğin, Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin “… iki taraf, kendi temel çıkarlarına saygı göstermeli” yaklaşımı, temelde muğlaklığı içinde barındırıyor.

ABD Dışişleri bakanlığı görüşmeler sonrasında yaptığı açıklamada, (diğer ifadeler arasından cımbızla çekip aldığım üzere) “… ABD kendi çıkarları ve değerlerini savunmaya devam edecektir” cümlesi, ABD açısından durumun, Fukuyamacı bağlama tekabül ettiğinin bir işaretidir.

Bunun pratik yansımasını, Blinken’in Çin’e ayak basmasından çok kısa bir süre önce başkan Joe Biden’ın Tayvan’a 8 milyar Dolarlık yardımı açıklaması oluşturuyor.

Bu noktada, ABD’nin nasıl bir Çin istediği ile, Çin’in kendini nasıl ortaya koyduğu veya koymak istediği arasındaki fark, temelde yukarıda dikkat çekilen “iki zıt kutpun” kavramsal alanını teşkil ediyor.

Çin: Kırmızı çizgiler vurgusu

Çin tarafı, örneğin, Güney Çin Denizi ve Tayvan konularını tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde “kırmızı çizgi” vurgusu ile gündeme taşırken, ticari ilişkiler noktasında ABD ile rekabeti değil, “ortaklığı” benimsediklerine dair ifadelerle yumuşak bir diplomatik söylem ortaya koyuyorlar.

Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin, iki ülke ilişkilerine dair değerlendirmesindeki bazı cümleleri bize, Çin’in duruşuna dair epeyce bir fikir veriyor.

Wang Yi, örneğin, Güney Çin Denizi, Tayvan, insan hakları konularını ‘kırmızı çizgi’ perspektifinde değerlendiriyor.

Bu noktada, yukarıda dile getirdiğim, ABD’nin Tayvan’a yönelik yeni yardım paketinin Çin yönetiminde oluşturduğu kızgınlık, tarafların birbirlerine yönelik ilgisine ve tartışma ortamını izaha dair bir fikir veriyor.

Öte yandan, Şi Cinping Blinken ile görüşmesinde, ABD ile ilişkilerde kapıyı kapatmadıklarının ifadesi olarak da, “ortak zeminde buluşabiliriz” söylemi ile yukarıda dikkat çektiğim “yumuşak bir diplomatik söylemi” gündeme taşıyor.

Burada, Şi Cinping’in dile getirdiği ortak zemin, “kalkınma” olgusunda karşılık buluyor. ABD’nin kalkınma olgusuna itirazı olduğunu söylenemez. Ancak, “kalkınma”nın kimin liderliğinde sürdürüleceği konusunda önemli bir ayrışma olduğunu görmek gerekiyor.

Asya-Pasifik ve Atlantik dengesi

ABD-Çin karşılaşmasında mevcut sorunları, daha ağırlıklı olarak hisseden ve yaşayan tarafın ABD olduğunu söylemek mümkün.

Bu çerçevede, ABD, Asya-Pasifik’teki gizli/açık müttefikleri ile bölgenin küresel jeo-politik ve jeo-ekonomik öneminden kaynaklanan kaçınılmazlığına kayıtsız kal/a/madığı gibi, Atlantik ilişkilerinde de, -tarihsel ve varoluşsal bağlamda- egemenliği elinde tutma arzu ve isteği taşıyor.  

Bu noktada, özellikle, Doğu Avrupa’da yaşanan gelişmeler, ABD’nin önceliğinin Asya-Pasifik’ten yeniden Atlantiğe kaydığını ortaya koyuyor.

Blinken’in görüşmelerde, “Çin’in Rusya’ya verdiği desteğin sadece, Ukrayna için değil, bütün bir Avrupa için tehdit anlamına geldiği” yolundaki söylemi, Çin yönetimini Rusya ile mesafeli olmaya davet ederken, aynı zamanda bu sorunun ABD ve Avrupa Birliği (ve de İngiltere!) ekseninde ne denli varoluşsal bir önem taşıdığını ortaya koyuyor.

Tabii ki, bu durum, Asya-Pasifik’in göz ardı edildiği anlamına gelmiyor…

Zaten, ABD’den önce bu ayın ortasında Savunma Bakanı Lloyd J. Austin ile Çin savunma bakanı Dong Jun’ın telekonferans toplantısı ve ardından, geçtiğimiz gün Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in Çin’e yaptığı ziyaret, bunun açık göstergesidir.  

ABD-Çin ilişkilerinin bugün geldiği nokta, sadece iki ülke çıkarları ile sınırlı olmayan bir boyuta taşınmıştır.

Güney Çin Denizi’nde kıta sahanlığı ve seyir güvenliğinden, Çin’in Rusya’da askeri ve teknolojik yardımına değin var olan sorunlar iki ülkeyi birbiriyle kutuplaşmacı bir söyleme taşımaya yetiyor.

Tarafların, artan sorunlara karşın, birbirleriyle doğrudan görüşmelere verdikleri önem, ortada ikircikli bir durumun varlığını işaret ediyor.

Bu durum, sorunların çözüme mi evrileceği yoksa, her iki tarafın kendi ideolojik değerlerine ‘kaçınılmaz’ bağlılıkları nedeniyle, anlaşmazlıkların çatışmacı evrene mi taşınacağı ya da üçüncü bir alanın var olup olmadığı konusu üzerinde durmaya davet ediyor.

LEAVE A REPLY