Mehmet Özay                                                                                              24.04.2022

23 Nisan’ı veliler olarak çocuklarımızla birlikte okul bahçelerinde kutladık. Kutlamaya konu olan gelişmenin çocuklar nezdinde kabul edilen ‘bayramlık’ olgusu öne çıkarken, çeşitli araçlar ve sembollerle bu bayramı ideolojik kılmanın bir bağlamı da ortaya konulmuştur.

Ancak bu ideolojik bağlamın ilköğretim düzeyindeki çocukların dimağlarında neyi nasıl yerleştirecekleri meselesini gayet sorunla hale getiren bir iki nokta var ki, üzerinde durmadan geçilemeyecek önemdedir.

Bu husus, sadece 23 Nisan kutlamalarının değil, benzeri tüm kutlamaların hatta, her alanda adına milli denilecek her uğraş ve fiilde herkesin katılımıyla söylenen İstiklal Marşı’dır. Tek vücud olarak söylenen İstiklal Marşı’nın içeriğine vukufiyet ile törenlerin gelişiminde ortaya konulan söylem arasında sanki birbirinden ayrıştırmacı bir bağlam kendini gizli açık ortaya koymaktadır.

Bayram, çocuk, sembol ve içerik

23 Nisan kutlamalarının, çocuklara armağan edilen bir değer olması kadar, ilköğretim düzeyindeki çocuklara okutturulan şiirlerin içerik analizleri, onların anlam dünyalarının ötesinde, ezberci ve şekillendirmeci bir yönelim oluşturduğu gözlenmektedir.

Bizatihi, kutlamaların özünü tarihin önemli bir kırılma evresi olarak değerlendirmek kadar, önceki tarihi evreni bütünüyle yok sayıcı bir nitelik ortaya konulmaktadır. Bu durum, yeni bir ulus-devlet bilincinin oluşturulması amacı taşıması dolayısıyla anlaşılabilir bir yönü bulunmaktadır.

Ancak, bu yaş grubu çocuklarını yönlendiren öğretmen, okul yönetimi, milli eğitim, veli gibi bireysel ve kurumsal unsurların nasıl bir bilinç oluşturmakta oldukları ise sosyolojik olarak, başlı başına bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu noktada üzerinde durulması gereken temel husus kanımca, ilgili törenlere başlangıcın vazgeçilmez unsuru olan İstiklal Marşı’nın okunmasıdır.

Geçtiğimiz haftalarda yazılışının 101. yılı anılan İstiklal Marşı şairinin ortaya koyduğu düşünce yapısı ve söylem ile bugün 23 Nisan kutlamalarına katılan çocuklara aktarılmakta olan, diğer söylem tarzı arasındaki çelişki gayet önemli bir zihinsel kırılmanın izlerini taşımaktadır.

Elbette, ilköğretim düzeyindeki çocuklarda böylesi güçlü bir yargılayıcı bilincin varlığından söz etmek mümkün olmasa da, sanki içten içe bunu hissettiren, sorgulatan bir yönün de olmadığı söylenemez.

Akif’in kimliği, şiiri ve anlamı

Bugünden geçmişe bakıldığında, İttihad ve Terakki bünyesi içerisinde yer almış İslamcı görüşüyle tanınan Mehmet Akif’in 23 Nisan 1920’de açılan Mustafa Kemal liderliğinde açılan ilk mecliste, Burdur milletvekili olarak yer alması dönemin dikkat çekici bir özelliğidir.

Bunun yanı sıra, onu öne çıkaran bir başka husus, söz konusu meclisin açılışından daha bir yıl geçmeden, yeni oluşmakta olan ulus-devletin kendini sembolik olarak ifade etmesini sağlayacak bir milli marş düşüncesi gündeme geldiğinde, ismi ve çalışmasıyla öne çıkan bir figür oluşudur.

Bu noktada, bu yıl 23 Nisan 1920 Büyük Millet Meclisi açılışının 102 yılı kadar, bu tarihi günün ilerleyen yıllarda çocuklara armağan olarak çocuk bayramı olarak kutlanması ile İstiklal Marşı’nın kabul edilişinin bu yıl 101. yılının olması arasındaki bağ, öylesine kolay kolay geçiştirilecek tarihi gelişmeler olmaması gerekir.

Öyle ki, Mehmet Akif’in İstiklâl Marşı’nı kaleme alışının 101. yıldönümü, hatırlanmaya değer olan pek çok toplumsal ve siyasal olguyu içinde barındıran bir yıldönümüdür aslında.

Bu olgular nelerdir diye sorulduğunda, akla ilk gelen unsurlar: bir edebiyat ve düşünce adamı olarak Mehmet Akif’in kişiliği; İstiklâlin kazanıldığı olağanüstü ve kutsallık boyutuyla bir mücadelenin varlığı; son günlerini yaşamakta olan Osmanlı Devleti’nin ister istemez edinilen bir devlet ve geçmiş mirası; tüm içerikleriyle uzun bir 19. yüzyıl; yeni oluşmakta olan ulus-devletin varoluş kaynağına ve bu noktada nerede durulması gerektiğine dair görüşler ortaya koyan bir edebi ve hatta siyasi bir çalışmadır…

Dikotomi: Dönemsel devamlılık mı ve ayrışma mı?

Kaleme alınan İstiklâl Marşı’nın içeriği ve niteliği ile böyle bir marş talebinde bulunan ve bu marşı kabul eden Mustafa Kemal başkanlığındaki Büyük Millet Meclisi’nin hem maddi hem manevi varlığının, birbiriyle iç içe geçmiş bağlamları olduğu görülür.

Bizatihi Akif gibi İslamcı bir toplumsal ve siyasal tutumu ile tanınmış fertlerin de bulunduğu meclisin ruhunun kendini yine belki de, tarihi bir tesadüf olarak Akif gibi söz konusu bu birinci meclis üyesi biri tarafından kaleme alınmış olması gayet manidardır.

Al sancaklı, hilalli, dökülen kanların varlığı, Hak’ta tapma olgusu gibi, daha her zaman okunan ilk iki kıtada karşımıza çıkan semboller ve kavramlar bize sanki törenlerde üzerinde durulmaması gereken unsurlarmış gibi hissettirilmeye, hatta zaman zaman açık seçik öğretilmeye çalışılan olgularmış gibi geliyor.

Şunu açık bir şekilde ortaya koymakta yarar var… Akif’in kaleme aldığı İstiklâl Marşı’nı, 1918 sonraki gelişmeler ve ortaya konulan mücadelenin yaşanmışlığı, tanıklığı ile salt yeni oluşmakta olan ulus-devlet nüvesini tanımlamaya matuf bir duygu yoğunluğuyla sınırlandırmak mümkün değildir.

Aksine, destansı bir mücadelenin dile getirildiği bir edebi eser olarak İstiklâl Marşı’nı, Akif’in bizatihi kendi bireysel yaşamı ve daha önceki dönemde, mensubu bulunduğu Osmanlı toplumunun tüm tecrübelerini içeren düşünce sistematiğinin içerisinde ve/ya devamı olarak algılamak bir o kadar önemlidir.

Bu noktada, Akif düşüncesinde bir kopuştan söz edilemeyeceği gibi, bu kopuşun onun düşünce sistematiğinde yeni kurulan Büyük Millet Meclisi’nin varlık nedeni açısından da bir kopuşa tekabül etmediğini söylemek gerekir.

1.Dünya Savaşı’nın hemen ardından, haklı bir taleple gündeme gelen bağımsızlık mücadelesinin ne anlam ifade ettiğini, varlığını ve bütünlüğünü edebi bir dille izah etme çabası, bir edebiyatçı ve aynı zamanda düşünce adamı olarak Mehmet Akif’in, o döneme kadar ortaya koyduğu birikimsel olarak ortaya çıkan gelişim çizgisinin bir yekûnu olmaklığıyla dikkat çeker.

Döneminin adamı ifadesini tıpkı, çağdaşları gibi hak eden Akif, bağımsızlık mücadelesini tek defalık, fiziki bir zafer olmasının ötesinde, en azından 19. yüzyıl gibi uzun bir dönem boyunca Osmanlı Devleti’nde yaşanan süreçleri de kapsayacak şekilde uzun dönemli çatışmalar, savaşlar, iç ve dış müdahaleler, yalpalamalar, değişmeler, siyasal ve teritoryal kayıplar, reform ve çözüm arayışları vb. ile bağlantılı olarak, anlamlı bir bütüne dönüştürebilme gayreti içerisinde olmuştur.

Edebi olma gücü

Bu örnek üzerinden hareketle, edebiyatı ve düşüncenin ayrılamayacağı bir alanın ortaya çıktığını söylemek gerekiyor.

Bu çerçevede, şiirin kendinde içkin olan duygu dolu olma hali, onu kimileri nezdinde küçümsenecek bir ifade biçimi kılsa da, aslında kadim toplumlarda tarih yazımının ‘dizeler’ üzerinden nesilden nesile aktarıldığı ve ilerleyen bir döneminde de yazılı hale geçirildiğini hatırlamakta yarar var.

Şiir ile ortaya konulan anlatının ‘edebi’, güzel söz ile aktarma gayesi kadar belki de, onun ötesinde gayet pratik bir anlatı biçimi olacak şekilde okuyucuların, dinleyicilerin gönüllerinden zihinlerine doğru kalıcı bir boyuta çıkması beklentisinin var olduğunu ortadadır.

Burada, dizelerden oluşan anlatının salt bir ezber amacı taşımadığı aksine, bu yazı ve anlatı formu ile bireylerin ruhlarına ve zihinlerine hitabın gücüne vurgu yapılması söz konusudur.

Bu noktada, İstiklal Marşı’nın da gayet açık bir şekilde ortaya koyduğu üzere, Mehmet Akif’in edebi kişiliğinin yanı sıra, döneminin bir özelliği olarak gayet siyasi bir duruşu olduğu görülür.

Bugün 23 Nisan vesilesiyle ilköğretim çocuklarının onların velilerinin birlikte okudukları İstiklal Marşı’nın anlam ve içeriğinin neye tekabül ettiği meselesi, 23 Nisan’ı ulus-devlet oluşumu ile örtüştürerek bunun ürettiği her ne var ise, tüm bunları geçmişi yok saymaya kadar götürecek bir yaklaşımın sergilenmesi ortaya gayet dikotomik bir durum çıkarmaktadır.

Törenlerde, bu zihin kırılganlığının hissedilmemesi mümkün değil…

 

LEAVE A REPLY