Mehmet Özay 03.08.2017
Endonezya’da Hizb’ut Tahrir adlı cemaatin faaliyetleri, ülkenin siyasi ideolojisi Beş İlke’yle (Pancasila) çeliştiği gerekçesiyle kapatılması kararı, başkan Joko Widodo’nun onayıyla Temmuz ayı ortalarında kesinlik kazandı. Beş İlke’nin ilk maddesi, Tanrı’ya iman gibi genel bir ifadeye karşılık gelirken, bunun toplumsal karşılığı toplumdaki tüm dini gruplara hitap ederek, bir tür ‘birlik’ ruhu oluşturuyor.
Siyasi karşılığı ise, ülkenin temellerinin bir tür dini referansa dayanmakla birlikte, bunun herhangi bir dinin bir iktidar yapısı içerisinde hükmetme gücünü elinde bulunduramayacağı anlamına geliyor. Ülkenin bağımsızlığından itibaren bu muğlaklığın neden olduğu farklı yorumlar bugün aşılabilmiş değil. İşte bu nedenle Hizb’ut Tahrir konusu da bu anlamda son dönemde yaşanan önemli bir gelişme olarak dikkat çekiyor.
Kahir ekseriyetinin Müslüman olduğu konusu sıklıkla gündeme getirilen Endonezya’da alınan bu karar, sadece tek başına değil, özellikle geçen yıl Eylül ayından itibaren gündemde olan toplumsal tepkiler çerçevesinde değerlendirilmeyi hak ediyor. Bununla birlikte, Hizb’ut Tahrir’in yasaklanmasında, özellikle en son Marawi’de yansımasını gösteren ‘halifelik’ konusunda son dönemdeki uluslararası gelişmelerden de söz etmek mümkün.
Ülkenin taşıyıcı organları ve bunların temsilcileri, dayandıkları resmi ideolojinin, yani Beş İlke’nin tehlike olduğunu hissettiklerinde gündeme getirdikleri yasak, uzunca bir aradan sonra Hizbu’t Tahrir’in yasaklanmasıyla karşılığını buldu. Seküler çevreler, içinde ordunun da bulunduğu çeşitli devlet kuruluşları ile liberal İslamcılar gibi toplumsal gruplar, bu yasağı ülke gündeminde belirleyici olmaya çalışan ‘radikal’ unsurlardan arındırmanın bir ifadesi kabul ederek benimsemiş görünüyorlar.
Öte yandan, Hizb’ut Tahrir çevrelerinde ise bu yasak, Suharto dönemine gönderme yapılarak, demokratikleşmeye karşı bir girişim olarak değerlendiriliyor. Bunun nedeni de, Beş İlkeyi, siyasi partiler başta olmak üzere ülkedeki tüm sivil kuruluşların tüzüğünde yer almasını şart koyan uygulamanın Suharto döneminde başlatılmış olması. Tabii bu vurgu, 1998 yılında Suharto döneminin sona ermesinin ardından bugüne kadar devam eden reform sürecinin, bu yasakla birlikte, “acaba yeniden Suhartolu yıllara mı evrilmekte” olduğu yönünde bir sorgulama şeklinde ortaya çıkıyor. Ancak Hizb’ut Tahrir’in demokratikleşmeyle bağlantılı bu eleştirisine diğer önemli dini ve sivil yapılardan destek gelmemesi de ayrıca dikkat çekici.
Hizb’ut Tahrir’in faaliyetlerinin yasaklanmasını, ülkede İslami cemaatlerin ve bunların sivil toplum kuruluşlarındaki uzantılarının konumunu ve devletle girdikleri ilişkilerle birlikte değerlendirmek gerekir. Bu noktada, devletin kuruluş felsefesini yansıtan Beş İlke’nin, yukarıda da belirtildiği üzere Suharto’nun devlet başkanlığı sürecinde, 1983’de, her türden siyasal ve sivil toplum oluşumlarının tüzüklerinde yer almasının bir zorunluluk haline getirilmesi önemli bir dönüm noktasıdır. Böylece ilgili kurumlar söz konusu bu ilkelere muhalif bir faaliyet içerisinde bulunmamaları, bulunmaları halindeyse, bu en son örnekte görüldüğü üzere, kapatılmaları söz konusudur.
Bu noktada, bu cemaati kapatma kararının geçen yıl Eylül ayından itibaren ülke gündemine oturan başkent Cakarta’nın Çin kökenli ve Hıristiyan valisinin bir açıklamasıyla bağlantılı gelişen toplumsal tepkiler sonrasında gelmesiyle önemli. Valiyle ilgili gelişmeyi daha önce kaleme aldığımızdan burada tüm süreci tekrarlamaya gerek yok. Ancak Hizb’ut Tahrir’in faaliyetlerinin sona erdirilmesi, İslam Savunucuları Cephesi’nin (Front Pembela Islam-FPI) kamuoyunda oluşturduğu tepkiselliğin ses getirmesiyle ilişkilidir. FPI yapısal olarak, reaksiyonerliğiyle dikkat çeken ve kuruluşundan bu yana başında bulunan liderinin yani Habib Rizieq’ın karizmatik kişiliğiyle ‘zenginlik’ kazanan bir oluşum.
Grubun adının da ortaya koyduğu üzere, temel yaklaşım İslama yönelik olduğu söylenebilecek gelişmeler karşısında sokağa inip fiziki bir güç gösterisinden ibaret. Bu özelliğini de, ülke toplumsal gündeminde daha çok Ramazan aylarında bar, pavyon türü yerlerin kapatılmasına katkısıyla ortaya koyuyor. Bu reaksiyonerliği nedeniyle FPI, zamanı geldiğinde bazı çevrelerce ‘radikal’ bir oluşum olarak ulusal ve uluslararası çevrelere sunulabiliyor. Ardından ‘radikal İslam’ olarak adlandırılan bu gruba karşı bir tür mücadele sergilenerek, yine uluslararası çevrelerden beğeni toplanabiliyor.
Bu bağlamda, toplumsal fayda gözeterek bir tür kolluk gücü vazifesini üstlenen bu grubun, özellikle güvenlik birimlerindeki kimi yapılar için de oldukça elverişli bir malzeme olduğuna kuşku yok. O dönem Cakarta’da karşılaştığımız kendilerinin FPI’ye mensup olduğunu belirten bazı kişilerin, “ordu ve polis içinde de bizi destekleyenler var” söylemi de herhalde bununla bağlantılı olsa gerek.
Geçen yıl başkent caddelerini kalabalıkların doldurulmasında FPI açık propagandasıyla öne çıkarken, hedef birlikteliği yaptığı gruplar arasında Hizb’ut Tahrir gibi oluşumlar da bulunuyordu. Bazı İslami çevreler FPI’ya ve metoduna yakınlık duymamakla birlikte, Cakarta’yı Hıristiyan validen temizleme mücadelesinin ortaya çıkaracağı siyasi ve toplumsal getiriden pay alma adına bu grubun çağrısına desteklerini esirgemediler. Zaten, belki toplamda birkaç binle sınırlı olacağı söylenebilen FPI’ın kriz süresinde yüzbinleri başkent sokaklarında toplayabilmesinin toplumsal arka plânında böylesi oluşturulmuş suni ‘ittifak’ yapıları yer alıyor(du).
Bu gelişme karşısında Türkiye de dahil olmak üzere bazı ülkelerdeki kamuoyunun belli çevrelerinde oluşan algı ve beklentinin aksine şunu hatırlatmakta fayda var. FPI’nın yapısı, rolü ve işleviyle bu yapı üzerinden güç devşirme, politika üretme ve ana akım politikalara kafa tutma gibi farklı süreçleri ortaya koymayı arzulan kimi çevrelerin ne türden niyet ve hedefler taşıdıklarını bilmeyenler için yüzbinleri sahada görmenin doğurduğu bir tür ajitatif yönelim de yok değil.
Bu süreçte, açıkçası bir başka grubun değil de, Hizb’ut Tahrir’in ‘seçildiği’ ve kapatma kararına konu olduğu ileri sürülebilir. Gösterilerin yaygınlaşma eğilimi göstermesine paralel olarak, resmi çevrelerden “Beş İlke’ye meydan okunuyor” yaklaşımı gelmeye başladı. Buna sebep ise, FPI ile hareket eden grupların, Hıristiyan valiyi yerinden etmenin ötesinde, vali değiştirilmesinin sebepleri arasında Endonezya’nın bir İslam ülkesi olması ve bunun gereklerinin başka alanlarda da yerine getirilmesi gibi temel bir söylemin gündeme taşınması oldu. Bunların içerisinde Hizb’ut Tahrir’in yüksek sesle dile getirdiği ‘halifelik’ kavramı ve İslami hükümlerin uygulanması talebi bu nedenle dikkat çekicidir. Beş İlke’nin koruyucusu olarak, başta devlet başkanlığı kurumu ile ordudan gelen tepkiler karşılığını FPI’nın kapatılması şeklinde bulabilirdi. Ancak bu kurumlar daha seçici davranarak ve daha keskin bir odak belirleyerek Hizb’ut Tahrir’i kapatmayı ve böylece diğer benzeri oluşumlara göz dağı vermeyi tercih ettiler.
Tabii burada bir hususun altını çizmekte fayda var. Söz konusu gösterilerin sonuncusunda, yani 2 Aralık günü devlet başkanı Jokowi Cuma namazı sonrasında, aralarında genelkurmay başkanının da olduğu bir grup devlet erkanıyla birlikte platformda FPI liderini arkada bırakarak, tekbir getirerek başladığı konuşmayla kitlelere seslendi. Ve Jokowi’nin, bu gösteriyi ulusal birlik için dua gösterisi olarak ilân etmesi, geniş kitleleri yönlendirmede o ana kadar popülerliğine şüphe olmayan FPI liderine karşı devletin verdiği refleksi gösteriyordu. Jokowi bu çıkışıyla, devletin kuruluş ilkelerine yönelik toplumsal bir hareket olmaya aday bu gösteriyi, ulusal bir birlik ruhuna dönüştürmesiyle dikkat çekiyordu.
Hizbu’t Tahrir’in kapatılmasına sebep teşkil eden Beş İlke’nin korunup kollanmasının, sadece resmi kurumların sorumluluğunda değil, aynı zamanda sivil odaklı yapılanmaya da konu oluyor. Ülkenin dört bir yanındaki Pancasila derneklerinin son dönemde bürolarının tozunun alınmaya, kapı ve pencerelerinin açılmaya başlanması da devletin ideolojik temellerine yönelik bir tehdit olgusuna karşı halk katmanlarında da teyakkuzda olduğu mesajının verilmesi anlamı taşıyor.